ŞAHSENEM İLE KARA AĞA
“Koramaz’ın alıçları kızarsa, biz çocuk olsak…”
Yalınayak çakır dikenli
yollarında
Güneşe yıldızlara karşı
yürüsek
Toprak damında evlerin
masallar dinlesek
Güneşe yıldızlara karşı
Güneşe yıldızlara…
...
Koramaz dağının
eteklerinde süzgün bakışlı ceylanlar gezerdi. Meşelerin, ardıçların, palamutların arasından
sessizce süzülürlerdi su yataklarına. Sarımsaklı suyu, Göztepe’den yol bulup
Kayabaşı’na doğru hızla koşarken, Kayabaşı’nda büyük bir uçurumu sanki toz
haline dönüştürerek geçer ve sonra bağları bahçeleri dolaşırken birden
durulurdu. Sonra ver elini Kayseri Ovası… Uzun ince bir yolu kıvrım kıvrım kat
ederdi.
Koramaz dağının eteklerinde dolaşan ceylanlar, kendileri gibi dağların
koyaklarını, senirlerini, kıvrım kıvrım bellerini gezen Şahsenem kızı çok iyi
bilirlerdi. Şahsenem, saçlarını süzgün süzgün kayalardan akan sularla yıkamış
olmalıydı. Güneşin alnında pırıl pırıl parlayan o upuzun saçlar, bakanların
gözlerini kamaştırırdı. Kendisi gibi kızıl
yeleli atına binince, atı Yıldız’ın yeleleri savrulurken yüzüne doğru, kendi
saçları da rüzgarlarla kavuşur giderdi gökyüzüne.
Şahsenem, avucunun içi gibi bildiği bu dağlarda, rüzgarın kızı gibi hür
dolaşırdı. Bir pınarın başına oturur, soğuk sulardan içer, bir davarcının ağılına
gelir, koyunları sağardı. Herkeslerin bildiği bir Şahsenem’di işte… Alıç ağaçlarının
verdiği meyvelere benzeyen yanaklarıyla neşeli, mutlu ve hür bir kızdı o.
...
Toprak damında evlerin
rüyalar görsek
Serin yağmurlar yağsa
birden
Yeşil çayırlarında bir su
gibi aksak
Bir su gibi
Güneşe yıldızlara karşı
Güneşe yıldızlara…
…
Şahsenem’in babası Sadi Bey, köyün ileri gelenlerinden biriydi. Hatırı
sayılır bir beydi. Çiftliği sayesinde köyün tamamı kadar vergi verir, birçok
adam çalıştırırdı. Sofrasına oturmadan gidilmeyen bir yürekli adamdı.
Şahsenem, bir gün Koramaz dağını aşıp Güllüce yoluna düşmüştü. Güllüce
yolunda gökyüzündeki turnalarla yarış eder gibi Sarımsaklı suyunun çıktığı
gözün önüne hızla ulaştı. Burayı çok severdi. Yıldız’ı boşladı. At sulansın,
Sarımsaklı suyunun kenarındaki taze otlardan yesin istedi.
O sırada kem gözlerin kendisini izlediğini göremedi. Cennet gibi bir
vadide, yalnız başına eğleşen bir ceylanı, gizli gizli seyreden sırtlanlar, ona
yaklaşmakta gecikmediler. Yıldız, o taptaze otları bırakıp kişnemeye başladı. At, rüzgarın getirdiği
kokudan kendilerine yaklaşan diğer atların kokusunu almıştı. Huysuz huysuz
hareketler etti. Bir o tarafa döndü, bir bu tarafa… Şahsenem, gözünü ufukta
gezindirdi ama dağın arkasındaki kirli yüzleri göremedi. Atın canı oyun istiyor
diye düşündü. Atın üzerine su attı. At kaçtı, Şahsenem onu kovaladı. Ne zaman
ki başka at kişnemeleri duydu, o zaman irkildi. Karşı yamaca baktı. Dolu dizgin
kendine doğru gelen atlıları tanımaya çalıştı, tanıyamadı. İçine ilk defa bir
ürperti oldu. “Bu hayra alamet değil” dedi ama atlılar mesafeyi çabucak aldılar,
kavuştular Şahsenem’e.
Etrafında alıcı kuşlar gibi döndüler, pis pis sırıtıp hoyratça sözler
söylediler ona.
-Buna kısmet derler işte… Avcının önüne avı bu kadar çabuk düşer mi?
-Bu yanakları dişleyelim hemen, durmayın dişleyelim!
Şahsenem, kılıcını alıp eline başıyla aynı hizada tuttu.
-Eşkıyalar, siz ecelinize mi susadınız, bir bey kızına el uzatmak sizin
haddinize mi?
Eşkıyalar güldüler çirkince:
-Hani bey nerede? Benim gözlerim mi görmüyor artık? Haha haha…
Kılıçlar çekildi. Bir çakal sürüsü sarmıştı etrafını. Adalet üzerine
dövüşmüyorlardı. Hepsi birden çullanmak istiyorlardı üzerine. O, bütün gücüyle
savruldu, bütün gücüyle kıvrıldı. Eşkıyalar, pabucun pahalı olduğunu anladılar
ama yakaladıkları avı bırakmak istemeyen vahşi kurtlar gibi, arkasını dolanıp
alt etmek istiyorlardı. O sırada Yıldız, Şahsenem’in imdadına yetişti. Sinsice
saldırmak için dolanan vahşilere, öyle bir tekme attı ki ikisi de neye uğradıklarını
şaşırmışlardı. O güzelim at, kavganın
ortasında dalıvermişti. Şahsenem, bir hamlede sıçradı atın üzerine. Taş köprüye
doğru sürdü atını. Eşkıyalar da peşine düşmüşlerdi. Onurları kırılmıştı sanki.
Kolay lokma sandıkları av, yaralamıştı, neredeyse öldürecekti onları. Bu hırsla,
peşine düştüler. Yıldız, taş köprüyü geçip Ezankaya’ya, oradan Basak’a doğru
adeta uçtu. Bağlarda bostanlarda çalışanlar onları gördüler ama yapacakları bir
şeyleri yoktu. Atlar çok hızlı gidiyorlardı.
O sırada beyaz bir atlı belirdi Koramaz tarafından… Hızla gelip kaçan
ile kovalayanların arasına bir yere girdi. Eşkıyalar durdular:
-Çekil önümüzden köpek, canına mı susadın, diye bağırdı biri.
Beyaz atlı, rahattı, pişkin pişkin konuştu:
-Bu hiç de hakça değil. Beş tane adamsınız, genç bir kızın peşine düşmek
yakışır mı?
Gözü dönmüşün biri:
-Sana hesap mı vereceğiz ulan diyerek kılıcını çekip beyaz atlının
üzerine yürüdü.
Kıvrak bir hamleyle rakibini boşa düşüren beyaz atlı, dört kişinin
üzerine geldiğini görerek kılıcını çekti ve harbe tutuştu.
Uzaktan bir kayanın başında
olanları izleyen Şahsenem, tanımadığı bu adamın yiğitliğini görüp dayanamadı.
Gerisin geri dönüp o da daldı kalabalığın içine. Kılıç şakırtısı birbirine karışırken
iki yaralı eşkıya, yeni kılıç darbeleri alıp kaçmaya başlayınca, diğerlerinin
de cesaretleri kırıldı. Onlar da ağız dolusu küfürler ederek kaçmaya başladılar.
İki atlı orada kala kaldılar, eşkıyanın
ardı sıra baktılar. Sonra Şahsenem,
-Sağ ol yiğit, mert adammışsın dedi.
Beyaz atlı:
-Sen de sağ ol, dönüp geldin. Sen de mert bir kızsın dedi.
Şahsenem, yağız delikanlının yüzüne iyice baktı. Buralarda gördüğü
birine benzemiyordu.
-Adını bahşeder misin yiğit, kimin nesisin?
Yiğit:
-Ben Veziroğlu derler bir adamın oğluyum. Adım Kara Ağa… Sekiz oğlanız
biz, ben en küçükleriyim.
Şahsenem güldü:
-Kara Ağa… Genç yaşta ağa olmuşsun. Öyle de ahım şahım bir karalığın
yoktur.
Kara Ağa da güldü bu söze:
-O öyle karalık değil. Hani gözü kara olsun diye böyle isim vermişler.
Peki senin adın ne güzel kız?
Güzel kız sözü Şahsenem’in hoşuna gitmişti. Yanaklarında gamzeler açtı:
-Benim adım Şahsenem, bu köyde Sadi Bey derler, onun kızıyım. Hadi gel
köye doğru gidelim. Babama bütün olanları anlatmam lazım.
Köye doğru atlarını sürdüler son sürat. Bir Yıldız yol açtı, öne geçti,
bir beyaz at öne geçti. Adı konmamış yarışın galibi yoktu ama, Kara Ağa, yüzüne
bakmadan duramadı Şahsenem’in. Şahsenem de gamzelerinin açmasına mani olmadı
bir türlü.
Güllüce yolundan mezarlığın başına geldiler. Ulu Caminin arkasındaki
yüksek duvarları olan büyük taş evin
önünde indiler atlardan. Şahsenem heyecanla dalmıştı içeri:
-Baba, baba, baba diye bağırıyordu.
Anası çıktı kapıya:
-Kızım ne oldu, ne bağırıyorsun dedi ama gözü hemen oğlanı gördü.
Şahsenem’e bu oğlan da kim diye soracak oldu, soramadı.
Şahsenem, evin içine dalıp “Baba, baba!” diye bağırmaya devam etti. Kara
Ağa ile annesini bahçede unuttu.
Kara Ağa, çaresiz olanı biteni kısaca anlattı anneye. Annenin gözleri
fal taşı gibi açılıp o da içeri girdi. Kara Ağa, kalakaldı bahçede.
Sadi Bey, içeride namaz kıldığı için cevap verememişti Şahsenem’e.
Şahsenem, babasının namazı kılmasını beklemişti. Sonra bütün olanı biteni anlattı.
Babasının yüzünü bir kaygı almıştı ki, bahçede bekleyen Kara Ağa geldi aklına
Şahsenem’in:
-Baba, bana yardım eden oğlan,
bahçede bekliyor.
Üçü bir bahçeye çıktılar ki bahçede kimsecikler yok.
Kapıyı açıp sokağa baktılar, ne at var ortada ne de atlı…
Savuşmuş, gitmiş.
Şahsenem üzüldü Kara Ağa’nın gidişine. Yüreğindeki bir parçanın sızladığını
hissetti o an.
Sadi Bey, hanımına dönüp:
-Görüyor musun hanım, Zamantı’da
eşkıya türedi diyorlardı. İşte bak, buraya kadar geldiler.
Hanımı kızgındı. Gözü gibi sakındığı kızına bir şey olmamıştı ya, ona
seviniyordu ama kaygısını da unutmamıştı. Şahsenem’e döndü:
-Artık dağ bağır gezmek yok. Dışarı çıkmayacaksın. Haberin olsun.
Şahsenem:
-Ana, olur mu öyle şey… Ben evde hapis mi kalacağım. Ben onlardan
korkmadım. Onlar benden korksun.
Annesi sinirlendi:
-Deli kız, ya tüfekleri olsaydı, ya tabancaları olsaydı ne yapacaktın?
Allah’tan sadece kılıçları varmış.
Sadi Bey:
-Kızım annen haklı… Tabancaları,
tüfekleri olsaydı sizi vururlardı. Şimdilik köyün dışına çıkmasan iyi olacak….
Annesi:
-Yok yok, köyün dışı deme… O bu lafı duyarsa köyün içi dışı demez, o köy
senin bu köy benim gezer. Bu kızı, oğlan gibi yetiştirmek senin hünerin… Bak
başına ne işler geliyor?
Sadi Bey’in canı sıkkındı:
-Ne iş geliyormuş ki… Baksana oğlanlar gibi vuruşmuş iste. Köyde hangi kız
harp eder beş tane eşkıya ile…
Sonra canı sıkkın sıkkın yürüdü, evin içine girdi.
Bir süre sonra üstünü değişmişti ki köye acı haber geldi.
Eşkıyalar Körükçü’de koyun yayan çobanı öldürmüşlerdi. Bu acı haberle
herkes sarsıldı. Çobanın anasının feryadı köyün her tarafını sarmıştı.
Akşam, köyün ileri gelenleri
akşam namazından sonra Ulu Camide toplandılar.
Nahiye Müdürü, başkanlık edecekti toplantıya.
Aksakallar, orta yaşlılar, gençler hep oradaydı.
Nahiye müdürü, olanı biteni özetledi:
-Muhterem ahali, iyi günler bitti, kötü günlere geldik. Zamantı’daki eşkıya
yörüdü geldi bu tarafa… Devletimiz
harpten kafasını kaldıramıyor. Buralarda asker komadı, hepsini aldı Rus
Harbine yolladı. Gençlerimizin çoğunu aldı, onları da harbe götürdü. Şimdi
bizim elimizde yalın kılıçlarımız var. Bu kılıçlarla eşkıya ile baş edilir mi?
Hasat vakti geliyor, hasadı nasıl yapacağız. Dağda taşta hayvanlarımız otluyor,
eşkıya hayvanları çalıyor, aha bugün olduğu gibi çobanımızı da öldürüyor, deyin
hele ne yapacağız?
Ak sakallı Abdülkadir Ağa, sakalını sıvazladı, lafa girdi.
-Ağalar Kayseri’ye haber edeciyik, Kayseri’nin haberi olursa bu işleri
onlar halleder.
Müdür, teklife sıcak bakmadı:
-Bakın ağalar, şehre haber etmedik bellemeyin. Bize esgerimiz yok
dediler. Başınızın çaresine bakın şimdilik, devlet esger gönderirse, bilin ki
oradaki eşkıyayı basacağız dediler. Amma, esger gelip çıkmadan eşkıya yetti
geldi buralara. Ben geçen gün çavuşu
gördüm Bük Deresinin önünden sekiz on
esgerle gidiyordu. Ona da dedim. Bana dedi ki, vallahi bu kadar esgerle ben,
eşkıya ile baş edemem. Eşkıya da mermi çok, silah çok, adam çok… Benim eşkıyaya
atacak yeteri kadar ne mermim, ne de esgerim var diyor.
Harp gazilerinden Sungur, bastonunu havaya kaldırdı:
-Bakın hele… Bize tüfenk lazımdır. Eğer tüfenk bulsak, eşkıyayı yaklaştırmazdık
amma mermiyi tüfengi nerden bulacağız?
Müdür:
-Sungur Ağa, devletin esgerinde tüfenk yok, mermi yok, bizde nasıl
olacak?
Etraftakiler hak vermişlerdi ki karamsar
hava iyice artmıştı. O sırada Sadi Bey söze girdi:
-Dinleyin ağalar, şu anda yapacak bir iş var. Ben geçen gün duydum ki,
Veziroğlu derler bir yiğit var. Zenginden
alır fakire verirmiş. İyi bir adammış. Fakire fukaraya ilişmezmiş.
Veziroğlu, geçen gün adamlarıyla birlikte karşıda, Sarıkaya’nın önünde yurdunu
kurmuş, otururmuş. Bugün de küçük oğlu Kara Ağa, bizim kızın yolunu eşkıya
kesince yardımına gelmiş. Diyorum ki, gitsek konuşsak. Köylünün canı daha fazla
yanmadan, bize yardıma gelse… Onun
adamları çok, tüfeği de var. Gözü de kara… Ne dersiniz?
Nahiye müdürü:
-Aman Sadi Bey, it iti ısırır mı? Biz eşkıya ile baş edelim diyoruz, sen
eşkıyaya köyü teslim edelim, diyorsun. Olur mu öyle şey?
Sadi Bey, ısrar ediyordu:
-Arkadaşlar, evet adı eşkıyaya çıkmış ama bu adamın ne zaman köy bastığını,
köylünün malına, canına zarar verdiğini duydunuz. Gelin bu teklifi hafife almayın,
dediyse de kimi Sadi Bey’e hak verdi kimisi Müdüre hak verdi.
Bir karara varamadan tartışa tartışa evlerinin yolunu tuttular.
Sabah, hayra doğmamıştı. Sabah, öğleye kavuşmadan kağnılarla Fakılar’dan
göçen ahali müdürün kapısına dayanmıştı. Karşı tepelerin arasındaki Fakılar
mezraını eşkıya basmış, mezradakilere olmadık eziyet yapmış. Kimini vurmuş,
öldürmüş; kimisini de yaralamıştı. İnsanlar,
gözleri yaşlı, pılıtını pırtısını toplayıp Sarımsaklı’nın yolunu tutmuşlardı.
Müdür, oradan oraya dönüp duruyor ama bir çare bulamıyordu. Bu insanlara
yatacak yeri nereden bulacaktı? Hasat tarlada kalmıştı, Fakılar’daki hasat nasıl
kaldırılacaktı? Fakılar’a gelen eşkıya
yarın Sarımsaklı’ya gelirse köylünün canı, malı, ırzı, namusu nasıl
korunacaktı?
Müdür, köyde ata en iyi binen Seyip Ali’yi buldurmuştu. Ona yalvarıp
yakarıyordu.
-Ne olur Seyip Ali, Kayseri’ye kadar git. Rüzgar olup uç…
Senirinden bayırından seke seke varırsın. Şehre var, hükümete şu nameyi ver. Sorarlarsa sen de bildiklerini,
gördüklerini anlat. Tamam mı aslanım?
Seyip Ali, yağız oğlan ama onun da çoluk çocuğu var:
-Aman ağa, sen ne diyorsun. Ben
canımı yolda bulmadım. Benim de çoluk çocuğum var. Yolda eşkıya ile karşılaşsam onlarla nasıl baş ederim.
Vururlar beni…
Müdürün canı sıkılıyordu, dişleri birbirine geçiyordu:
-Lan oğlum, burada çoluk çocuğunu nasıl koruyacaksın? Yarın eşkıya
buralara gelirse ne yaparsın? Düşündün mü hiç? Hepimizin canı kurtulacak aslanım, yap şu işi…
Seyip Ali, inatlaşıyordu:
-Niye hep ben gidiyorum ağam, biraz da başkası gitsin.
-Kim var senin gibi ata binen ki…
-Kurt oğlanların güccoğlan var
ya…
-Get lan, işi yokuşa sürüyon. Onunla sen bir misin?
Uzun tartışmalardan sonra Seyip Ali’nin gönlünü zoraki yapan Nahiye Müdürü,
bir gün sonra onu şehre yollamıştı.
Şehirden iyi haberlerin geleceğini umuyordu. Daha doğrusu başka çareleri kalmamıştı.
Şahsenem, iki gündür dışarı çıkmamıştı. Kafesteki yırtıcı kuşlar gibi hırçındı.
Damda, bahçede sürekli gezinmiş, anası iş gör dedikçe, şunun ucundan tutup şuraya koymak şöyle dursun kadının ağzından
girip burnundan çıkmıştı.
Seyip Ali, Kayseri’ye giderken o
da sabahın erken saatinde Yıldız’a binip Kayabaşı’nın tepesine çıkmış, bir ordu komutanı gibi Boğaz’dan
Tepedibi’ne kadar ovayı seyretmişti.
Seyip Ali’nin Kayaaltından, o cılga
yolda atını sektire sektire Gergeme’ye doğru gidişini gördü. Belli ki Seyip
Ali, Gergeme yolundan Koramaz’ı sapadan aşacak ve oradan Ağırnas, Bürüngüz, Gesi derken şehre
ulaşacaktı. Onun niyetini anlamıştı. O da atını sürdü Koramaz’ın zirvesine doğru.
Bu yolları, bu sapaları eşkıya bilmezdi.
Yıldız, terin suyun içindeydi Ayvasıl Tepesine vardıklarında. Oradan Kilise Dağına çıktı. Bir toz bulutuna
dönen Seyip Ali’yi gördü. Onu Ağırnas vadisinde, daha sonra Bürüngüz sapağında
gördü. Yaman adamdı velhasıl. Hiçbir yerde durmuyor, kimselere selam bile vermiyordu besbelli. Sonra Seyip
Ali görünmez oldu.
Şahsenem, tekrar geldiği yoldan dönecekti ki Sarımsaklı’nın tam karşısındaki
istikamette bir toz bulutunun köye doğru
geldiğini gördü. Bu eşkıya ise
eyvah ki eyvah deyiverdi. Yıldız’ın bu dağlardan inişi, çıkışı kadar zor
oluyordu. Tam Ayvasıl’dan inişe geçmişti ki karşısında beyaz atlıyı gördü.
Belli ki Kara Ağa, onu uzaktan takip etmişti.
Kara Ağa’ya yaklaşınca:
-Birini mi bekliyorsun Kara Ağa,
yoksa yine kaçacak mısın?
Kara Ağa acı acı güldü:
-Seni bekledim ama görüyorum ki beni bahçede unuttuğun yetmemiş gibi
şimdi de üste çıkıyorsun.
Şahsenem:
-Neyse oldu bir hata… Gel şuraya bak, aşağı biraz gidelim, buradan
gözükmüyor.
Birlikte biraz daha aşağı inince,
Şahsenem, Kara Ağa’ya atlıları gösterdi.
-Bunlar kim biliyor musun?
Kara Ağa, atlıları görünce:
-Yürü yürü, bunlar eşkıyalar…
Onlardan önce köye varalım dedi.
Hızla köye doğru hareket ettiler. Müdürün evine geldiklerinde kan ter
içinde kalmışlardı. Müdür, telaşlıydı. Hemen komşularından aklı erenleri çağırdı
ama eşkıya ile nasıl baş edeceklerini bulamadılar.
Kara Ağa:
-Köy ahalisini camiye toplayın, burada size bir şey yapamazlar dedi.
Müdür şaşkındı. Kara Ağa, ısrar etti:
-Bakın ecdad size kale gibi bir cami yapmış. Kapıya dayanaklar koyun
yeter. Bu camiye giremezler emin olun dedi.
Müdür:
-Ya hayvanlar ne olacak dedi.
Şahsenem:
-Sen merak etme, ben onlara da bir yer buldum. Sen köylüyü topla deyip
Kara Ağa’ya “gel benimle” dedi.
Dellal, köye acele haber edip köydekileri camiye topladı. Kapıya sıkı dayanaklar yaptılar. Cami, İlhanlı yapısı olduğu için pencereleri yukarıda ve ince, uzundu. Herhangi bir
kimsenin girmesine imkan yoktu.
Şahsenem ile Kara Ağa, hayvanları bir mağaraya sürdüler. Mağara, bir
evin ahırının içinden başlıyor, Koramaz dağının içlerine kadar gidiyordu.
Nereye kadar gittiğini ise kimse bilmiyordu.
Yirmi kişiden fazla eşkıya, köye girdiğinde tavuktan cücükten, kediden
köpekten başka canlı görmedi. Nihayet ahalinin camiye saklandığını anladılar.
Kapıyı zorladılar olmadı, pencereler zaten girmeye müsait değildi. Camiyi ateşe
vereceğiz diye korku verdiler ama kimse çıkmıyordu dışarı. Nihayet birkaç kez
camiyi yakmaya yeltendilerse de camiye bir şey olmamıştı. Büyükbaş ve küçükbaş
hayvanları da bulamayan eşkıya elebaşısı, köyü yakmaya karar verdi. Evlere
dalan eşkıya sürüsü, ahşap binaları hemen yaktılar. Köydeki taş binalar ise kısmen
yandı. Köyden bir duman yükseldi ki karşıki yamaçlardan görülüyordu.
Camidekiler ise kokudan köyün ateşe verildiğini anladılar.
Veziroğlu, karşıki yamaçta Sarıkaya denen yerde, güzel bir kaynak
suyunun başında yurt adını verdikleri büyük kara çadırın gölgesinde
oturuyordu. Koramaz dağına doğru bakınca,
o dumanı gördü.
-Hele çıkın biraz daha yükseğe, bu duman da neyin nesidir dedi.
Adamları yukarılara çıkıp bakınca köyün yandığını gördüler.
Veziroğlu:
-Hele kuşanın yiğitler, Sarımsaklı’ya gidiyoruz, imdada yetişelim dedi.
Yiğitleri ile birlikte giyindiler, kuşandılar, Yassıçayır’a kadar son
sürat indiler. Oradan Elmalık
istikametine girip Demesgin yoluna düştüler. Yumrukaya’dan ters istikamet yapıp
eşkıyayı faka bastırmak için Ören Bayır’dan
Sarımsaklı’ya çıktılar. İşte o vakit bir cayırtı koptu. Sarımsaklı’da köşe
bucak harp oluyordu. İçeridekiler, askerlerin imdada yetiştiği zannıyla ferah
bulurken dışarıdakiler, eşkıyaya büyük kayıp verdirdiler ve eşkıyadan üç beş
adam da birkaç tavuğa cücüğe razı olup kaçtı.
Veziroğlu, caminin önüne geldiğinde içeridekilere çıkmaları gerektiğini,
tehlikenin geçtiğini söylediyse de bir Allah’ın kulu camiden çıkmıyordu.
Nihayet, Kara Ağa ile Şahsenem, mağaradan çıkıp gelene kadar bu durum
devam etti. Şahsenem’in sesini duyan ahali dışarı çıktığında ise askerleri
görememenin şaşkınlığını yaşadı. Nihayet kendini toparlayanlardan biri Sadi Bey
idi. Veziroğlu’nu kucakladı, teşekkür etti. Onu görenler de aynısını yaptılar
ama köydeki evlerin çoğu yanmıştı. Bu durumu gören ahali, figan edip evine doğru
koşuyordu.
Nihayet akılları başlarına gelince nerede kalacaklarını kara kara
düşünüp dururken Kara Ağa ile Şahsenem
aynı şeyleri düşünmüşlerdi.
Şahsenem:
-Hayvanları sakladığımız mağara herkese yeter, hiç merak etmeyin dedi.
Veziroğlu, oğlunun yanında gördüğü bu güzel ve zeki kızı sordu. Kimin
nesiydi, kimin fesiydi?
Sadi Bey’in kızı dediler, o da anlamlı anlamlı başını salladı.
Köy halkından bir kısmı, yataklarını, yorganlarını, şiltelerini,
mitillerini mağaraya taşıdı. Bir kısmı da Ulu Camiye taşındı. Evlerin ambarlarında
ne var ne yoksa hepsini binlerce sene yaptıkları gibi mağaraların içine taşıdılar.
Burada daha güvende olacakları belliydi. Mağaraların her bölümünün tırhız adı
verilen yuvarlak taşlarla kapıları vardı.
Veziroğlu’nun namını duyan eşkıya Sarımsaklı’ya yaklaşamaz olmuştu. Köy
halkı, Seyip Ali’nin Kayseri’den eli boş dönüşü dışında
bir kötü haber almadı. Yavaş yavaş
toparlanıp evlerini barklarını onarmaya başladılar. Lakin, o güzelim ahşap binaları
yapmak mümkün olmadı. Bundan sonra hep taş bina yapmaya karar verdiler.
...
Serin yağmurlar yağsa
üstümüze
Alıçlar kızarsa birden
Kızlar türkü söylese
camdan
Kızlar türkü söylese
Güneşe yıldızlara karşı
Güneşe yıldızlara…
...
Kara Ağa, Kayaaltındaki bağlarda yine Şahsenem’in izini sürerken onu
Dilek Kayası derler bir kayanın dibinde buldu. Meğerse Dilek Kayasının altından
geçen o buz gibi sulara bir ağacın çatalına
taş bağlayıp atarsan, o çatal ağaçlı taş, suda dik durursa dileyenin dileği kabul olurmuş.
Şahsenem, bir dilek tutup attı ağacı suya ve ağaç dik durdu. Kara Ağa da aynı
şeyi yaptı, onunki de dik durdu.
Şahsenem:
-Ne dilek tuttuğunu söyle bana diye ısrar ediyordu.
Kara Ağa da:
-Hayır önce diledin, sen dileğini söyle deyince inatlaşıverdiler.
Şahsenem, en sonunda:
-Eğer dileğini söyleseydin, dileğin asla olmazdı deyip kaçıverdi oradan.
Kara Ağa da peşi sıra koşuverdi.
Kara Ağa, Şahsenem’i rengarenk güllerin arasında buldu. Ak güller, kızıl
güller birbirine karışmıştı.
Şahsenem:
-Biliyor musun, aslında gülün rengi beyazmış dedi.
Kara Ağa:
-Peki kırmızı güller nasıl olmuşlar öyleyse diye sordu.
Şahsenem:
-İşte ben de sana onun hikayesini anlatacağım. Bu bağlarda gece öten
bülbüller var. Gece başlıyorlar ötmeye sabaha kadar. Güle hasretinden, gülü bir kez daha
görebilmek için ötüyorlarmış. Sabahlara kadar bu çılgınca ötüşten öyle yorgun
düşüyorlar ki sabaha doğru gülün dikeninin üzerine düşüyorlar. Nazik
bedenlerinden akan kan zamanla gülün rengine karışmış. Gülün rengi o yüzden
zamanla kırmızı olmuş. Ama bak burada hem ak güller var, hem de kırmızı güller…
Kara Ağa, bu hikayeyi sevmemişti.
İçini sızlattı çünkü. Kendi haliyle bu bülbüller arasında bir ilgi kurdu.
-Bu bülbüllere burada bir isim vermişler mi?
Şahsenem güldü:
-Andelip diyorlar, Andelip… Duydun mu hiç?
Kara Ağa, başını yana salladı.
-Duymadım dedi.
Şahsenem, kayaların arasından sekmişti yine. Kara Ağa da peşi sıra tabii
ki…
O cennet gibi bağların içinde kovalamaca sürerken Veziroğlu ile Sadi
Bey, atlarına binmiş, orada geziniyorlarmış. Birden Kara Ağa ile Şahsenem
babalarını görüp oracıkta kalakaldılar.
Veziroğlu, güngörmüş bir adamdı:
-Kızım adını bağışla bana dedi.
Şahsenem, yüzleri al al kızararak:
-Şahsenem deyiverdi.
Veziroğlu, Sadi Bey’e dönüp:
-Sadi Bey, bu güzel bağı benim
için satın al. Kaç paraysa ödeyeceğim. Bu bağların adı bundan böyle Şahsenem Bağları
olsun. Kızımın adı yaşasın. Senden bir dileğim daha var. Allah’ın emri,
peygamberin kavliyle oğlum Kara Ağa’ya kızın Şahsenem’i istiyorum dedi.
Sadi Bey, gülümsedi ve:
-Bir tek şartım var dedi.
Veziroğlu:
-Neymiş o?
Sadi Bey:
-İki aslanım var cephede. Ruslarla harp ediyorlar. O yüzden kızımı Kara
Ağa’ya veririm ama evlendikten sonra Kara Ağa’yı yanımda isterim. Evlatlarım
cepheden sağ salim dönerlerse üçüncü oğlum Kara Ağa olur. Dönmez de şehit
olurlarsa beni evlatsız bırakmamış olursun.
Veziroğlu, Sadi Bey’in yüzüne güzel güzel baktı:
-Hay hay Sadi Bey, hay hay!
...
“Koramaz’ın alıçları kızarsa biz çocuk olsak”
Birden sararsa yaprak
Eski bir güz gelse
Güzel kızlar öylece dursa
Güzel kızlar öylece
Ebem kuşağı öylece…
Güneşe yıldızlara karşı
Güneşe yıldızlara…
Koşsak ebem kuşağının altından
geçmek için
Kızların oğlan, oğlanların
kız olacağını bile bile
Yağmurlar dinse, güneş
parlasa yıldızların yanından
Kızarmış bir ekmeğe katık
etsek umutları
Güneşe yıldızlara karşı,
Güneşe yıldızlara…
Yorumlar