BEN PAFİ CAN…
Benim adım Pafi aslında…
Sonradan adım Pafi Can oldu. Anlatırım birazdan… Ben bir kediyim. Hiç gitmedim ama Van
kedisiyim. Gözlerim farklı renklerde olduğu için beni hemen ayırabiliyorlar.
Kar topu gibiyim. Sevgi yumağı da derler. Ben bu sözleri hep siz insanlardan
öğrendim.
Annemi hiç hatırlamıyorum.
Hayal meyal bir şeyler var kafamın içinde ama ben mi hayal ettim yoksa gerçek
annem mi bilemiyorum. Hep insanların arasındayım nedense. Daha hiç kedi arkadaşım
olmadı. Bahçeye bile doğru dürüst çıkmadım. Aslında eve öyle alıştım ki
dışarıdan da ürpermiyor da değilim hani. Ama bir anne eksikliği yüreğimin ta
ortasında durur hep… Keşke annemin yanında biraz daha kalmam mümkün olsaydı.
Neyse…
Ben insanlara çok şey
öğrettim, onlardan da çok şey öğrendim. Onlar, ilk başta benim sadece “miyav”
dediğimi düşünüyorlardı. Sonradan öğrendiler ki biz bir “miyav” kelimesine
vurgu yoluyla birçok farklı anlamlar katabiliyoruz. İnsanlar ise çok
konuşuyorlar ve benim aklımı karıştırıyorlar. Bu kadar sözü niye kullanıyorlar,
bir türlü anlamıyorum. Ama beni de kendilerine benzettiler sonunda.
Ben bebekliğimde bir karı kocanın yanındaydım, onu
hatırlıyorum. Ne zaman bu eve geldim, ne zaman Aysu’nun kollarına attım kendimi
bilemiyorum. Aysucuğum evde salına salına yürür, ben de peşindeyim hep… Sonra
ben yürürüm, Aysucuğum peşimde… Çok tatlı günlerdi.
Aysu, kediler hakkında bir şey
bilmezdi. O yüzden ona kendimi anlatana kadar çok sıkıntı çektim.
Bu ev benim evimse kokumu eve
bırakmalıyım diyorum, Aysucuğum peşimde… Evin her tarafını pis kokulu çamaşır
sularıyla yıkar durur. Benim burnum, onunkinden üç kat daha fazla koku alıyor,
haberi yok. Ben ondan üç kat daha fazla görüyorum ve duyuyorum, bundan da
haberi yok tabii…
Aysucuğuma kim söylemişse iki
de bir önüme bir kase süt dayayıp duyuyor. Yahu Aysu, git şurdan biraz balık
püresi getir, az biraz tavuk kavur, ne bileyim biraz ağız değişikliği yapalım,
Aysu da tık yok. Bazen önüme ekmek
ufalıyor. Hem de kendi yedikleri hormonlu ekmekten… Ben yemiyorum tabii ki… O
zaman bana kaşlarını çatıyor Aysucuğum. Ben de oralı olmadan, onu görmemiş gibi
yandan yandan gidiyorum, kıvrılıp yatıyorum.
Yatıyorum da rahat mı var
sanırsınız? Aysu’nun canı oynamak istediğinde mışıl mışıl uykularıma aldırmadan
gelip beni uyandırıyor. İyi hadi oynayalım da ne oynayacağız? Aysu’nun elinde
bir oyuncak fare var, onu oynatıyor, ben de sanki gerçek fare varmış gibi
numaralar yapıyorum. Ne olurdu, bir gün bana gerçek bir fare bulsaydın ya da bir serçe… O zaman
sana ne maharetlerim vardı, gösterebilseydim. Yok, ille de oyuncak fareyi kovalayacağım.
İyi de kaçmıyor ki bu fare kovalayayım. Farenin ipini sağa sola çeker durur,
sonra da sıkılır Aysucuğum. Dalgalı saçlarını yaya yaya kanepeye oturur, ben de
onun karnına otururum. Ben mırladıkça gıdıklanır, mırladıkça gıdıklanır ve
sonra basar kahkahayı. O güldükçe ben de keyif oluyorum. Bir de kucağına alıp
beni hop yapması yok mu? Bayılıyorum o zaman… Yüreğim pır pır ötüyor, kuşlar
gibi uçuyorum. Aysucuğumun kokusunu annemin kokusu sanıyorum o zaman…
Aysucuğumun kocası var, adı
Hasan… Upuzun bir adam… Hasan’a da her türlü dostluk mesajını verdim, her
seferinde ayaklarına sürtündüm durdum ama o nedense beni pek sevmedi. Hatta
Aysu’nun görmediği birkaç zamanda tekme demesem de ayağıyla iteledi beni. Her
türlü maharetimi sergiledim ama Hasan’ın bana bakışlarını değiştiremedim. Ne
yapalım, Aysucuğumun hatırına Hasan’a da katlanırız diye düşündüm.
Hayatımın kaynağı Aysu ile
nice tatlı günler yaşıyorduk. En çok da misafirlerin yanında Aysu’nun önüne
yatıp yuvarlanışım onların hoşuna gidiyordu. Hatta Aysu’nun kucağına oturur,
misafirleri seyrederdim. Aysucuğum bazen gereksiz yere hüzünlenirdi. Özellikle
bebekleri ile gelen arkadaşları onu canını acıtırlardı. Sonradan iyice öğrendim
ki Aysucuğumun çocuğu olmuyordu. O yüzdendi bu hüzün. Beni de çocuğu olmadığı
için almışlardı annemden. Ben de senin bir çocuğunum Aysu diye kucağına atlasam
da o, odasına çekilip gizli gizli ağlıyordu. Ben biliyorum. Duyardım sesini.
Kapının önüne oturur, onun çıkmasını beklerdim. Onu teselli etmeme izin
vermezdi. Kapının arkasından ona ulaşamazdım ki…
Geceleri Aysucuğumun kollarına
kendimi atıp yatmak istesem de Hasan’ın şiddetli homurtusu ile kapının dışında
bulurdum kendimi. İşte o zaman annemi daha çok özlerdim. Sesler gecenin
karanlığında kulağıma daha farklı gelirdi. Her türlü çıtırtıyı duyardım. Sabaha
kadar çok uykusuz geceler geçirirdim.
Aysu, artık beni misafirlerin
yanına çıkarmıyordu. Odaya veya balkona kilitliyordu. Neden Aysu, neden Aysu,
diye sorduğum sorular hep cevapsız kaldı. Boyum uzamıştı ama çocuktum daha… O,
bunu bilmiyordu. Artık, kakamı yaptığım toprağımı değiştirmez oldu. Tüylerim
uzadığı için dökülüyordu ve Aysucuğum benden şikayet etmeye başladı. Tüylerim
uzamasın diye çok yalvardım ama yine de uzadılar. Artık süte de paydos
demiştik, evde ne yemek pişirdi ise onu yememi istiyordu. Ben yiyemiyordum;
çünkü bazı yemekler çok iğrenç kokuyordu. Su bile içemez oldum. Suyumu dahi
değiştirmiyordu artık. Boyum uzamıştı ve boyumdan beş katı mesafelere
atlıyordum ve evin her tarafındaki nesneleri kokluyordum, sadece kokluyordum.
Ne yapsam ne etsem de Aysu’nun sinirleri bozuluyordu. Nihayet bir gün, elindeki
temizlik sopasıyla bana vurdu. Yıkılmıştım. Bütün dünyam karardı. Kanepenin
arkasına gizlendim ve bir daha oradan çıkmayacağıma söz verdim kendime.
Büyümek çok zor bir şeymiş.
Artık sevimli Pafi gitmişti. Beni sevmiyordu Aysu… Benim yüzümden Hasan’la da
kavga ediyorlardı. Üç gün kanepenin arkasında yatıp bir şey yemediğimi, hatta
tuvalete bile gitmediğimi fark etmediler bile. Üçüncü günün sonunda kanepenin
açıldığını fark ettim. Aysu, vicdana gelmişti. Beni kucağına aldı. Yürüyecek
halim yoktu. Mutfağa götürdü ve önüme bir parça yemek koydu. Yemek çok sıcaktı.
Çok açtım ama yiyemedim, kediler sıcak yemek yer mi Aysu dedim ama beni
duymadı. Sadece gözlerinden akan yaşlar tüylerime düşüyor ve içim ürperiyordu. Birazcık
su içtim, bu bana iyi geldi. Ortada bir kafes vardı ve Aysu, beni kafesin içine
iteledi. Aysu’nun gözlerini görmek istiyordum ama göremedim. Benim bu kafeste
ne işim vardı Aysu? Aysu… Aysu…
Hasan, homurtulu arabasıyla
beni dükkana bıraktı. Orada her türlü lanet hayvan ve kuş vardı. Beni kafesin
içinde bir köşeye koydular. Ne kadar miyavladıysam da duyan olmadı. İçimdeki
acıyı anlatamazdım. Niye, niye, niye diye defalarca sorduğum sorular hep
cevapsızdı.
Dükkan sahibi pis bir kabın
içine çok kötü bir şeyler koyup verdi ama yiyemedim. Su kabı da çok pisti.
Birazcık dilimin ucuyla suya dokundum. Ama nafile… İçimde kabaran duyguları
bastıramıyordum bir türlü. Hatta bir adam, parmaklarını uzattı kafesime. Bu
hayvan hasta mı nedir dedi, garip garip sesler çıkarıyor. Ama ben sizin gibi
konuşamıyorum ki derdimi anlatayım. Bütün yaşadıklarım gözümün önünden film
şeridi gibi geçiyordu. Aysu’yu ısırdığım zaman, Aysu bana çok kızmıştı. O
ısırığı atmayacaktım dedim kendi kendime. Ama benim derdim ısırmak değildi ki…
Canım Aysumu niye ısırayım yoksa. Biz kedilerde en büyük sevgi gösterisidir bu.
Kendisi de o küçük bebekleri görünce, ellerini yanaklarını öpüp tatlı tatlı
ısırmıyor mu? İşte bizimki de tam odur.
Bir de vitrinin en uzak rafına
fırlamıştım, hatırladım. Çok dikkatli olmama rağmen, nasıl oldu anlamadım,
arkamdaki düğün resminin bulunduğu cam çerçeve yere düşüp tuzla buz olmuştu. O
zaman da Aysu çok kızmıştı. Bana o gün “uğursuz kedi” demişti.
Ha bir de kakalarım… Kakalarım
başıma bela oldu. Büyümüştüm, artık sık sık kaka yapıyordum ve çok pis
kokuyorlardı. Ben bile dayanamıyordum. Aysu, toprağımı değiştirirken hep
söylenir olmuştu. Anladım ki ben kendi sonumu kendim hazırladım. Ama keşke,
Aysu beni buralara atmasaydı da süpürgeyle her gün dövseydi. Ben gerekirse
yemek de yemez, kaka da çıkarmazdım. Ah Aysu ah…
Bu kafeste hiç hareket
edemiyordum, daracık bir yerdi. Tuvaletimi de tutuyordum kaç gündür. Bu dükkan
sahibi, bizim tuvalet yapmadığımızı düşünüyordu sanırım. Açlıktan da ölmek
üzereydim, sadece birazcık su içebiliyordum.
Derken kafesimin önünde üç
kişinin durduğunu seçebildim. İki hanım ve bir erkek… Hanımlardan biri anne diğeri de kız
olmalıydı. Anne:
-Bu kedi yavru değil, bunu
eğitmek zor olur dedi.
Eğitmek mi, kim kimi eğitecek,
insanlar bizi mi, biz insanları mı? Hiçbir ümidim yoktu onlardan ama bir anda
kızın çığlığını duydum:
-Anne şunun güzelliğine bak,
ne harika şey bu… Bunu istiyorum anne…
Bu sese bayıldım, bir anda
kendimi toparladım ve ona ancak “miyav” diyebildim.
Son sözü baba söyleyecekti,
söz dönüp dolaşıp onu buldu. O sırada bütün kalbimle dua ediyordum. Adam:
-Çok asil bir hayvana benziyor
kızım. Bunu alalım dedi.
Sevinçten sıçrayacağım ama
kafesin içindeyim. Anladığımı göstermek için iki defa “miyav miyav” dedim.
Bana yiyecekler aldılar,
toprak aldılar, daha birçok şeyler aldılar ve o homurtulu arabaya bindik. Ben
eve gideceğimizi sanıyorum, kaç gündür yalanmadım, eve gider, tuvaletimi yapar,
yemeğimi yer, bir güzel yalanırım ve bakımımı yaparım diye umuyordum ki, hayda…
Bunlar cafeye girmezler mi? Eyvah, bir çuval incir berbat olacak. Çok sıkıştım,
kaç gündür kafesteyim ve tuvaletimi yapmadım. Şimdi burada bir koyvereceğim, al
başına belayı… Beni hemen gerisin geriye o pis dükkana bırakacaklar diye nasıl
korkuyorum nasıl… Artık bütün gücümü
toplayıp arka arkaya “miyav, miyav, miyav” demeye başladım. Daha yüzlerini bile
doğru dürüst görmediğim insanlar beni anlayabilecekler mi düşünürken baba
birden bire:
-Kedinin bir sıkıntısı var,
kahveyi paket yaptıralım, doğru eve dediğinde dünyalar benim oldu.
Eve kendimi zor attım. Evin
kızı maharetli birine benziyordu. Hemen toprağımı hazır etti ve ben artık
bayılmak üzereydim ki tuvalete girdim. Çok rahatlamıştım, çıkınca suyum ve
yemeğim hazırdı. Suyumu dahi cam kaseye koymuşlardı. Vay vay vay… Plastiğin
kokusundan nefret ettiğimi bilen birileri vardı bu evde… Hazır mama almışlar,
aferin size… Büyük bir kıtlıktan çıkmış gibi yemek yedim, buz gibi sulardan
içtim ama içimdeki yangının hâlâ durmadığını fark ettim bir an. Ya bunlar da
bir süre sonra beni kapı dışına koyarlarsa? En iyisi şu kanepenin ardına
saklanıp bir şeyi kırmadan dökmeden uslu uslu durmak. Ben kanepenin ardına
gizlenince çok üzüldüler ama neler yaşadığımdan haberleri yoktu.
Neyse… Onları pek fazla
üzmenin bir anlamı yoktu, sonra ayıp olacaktı. Hem şu evi bir gezip neler var
neler yok görmek lazım dedim ve kanepeden çıkıp şöyle etrafa bakınacaktım ki
eyvah, bir mide bulantısı, bir baş dönmesi ile içimde ne varsa çıkarıp odanın
ortasına yığılıvermişim.
Gözümü açtığımda bir doktorun
başımda durduğunu gördüm. Ayaklarım yerinde değildi sanki… O kadar halsizdim
ki… Etrafımda kimler vardı göremedim
bile, tekrar bayılmışım.
Tekrar gözümü açtığımda evde,
balkonda bir koltukta oturuyordum. Tüylerim havalarda uçuyordu, o kadar hasta
ve mecalsizdim. Uzanıp tüylerimi toplamak ve yutmak istedim ama
başaramadım. Popomda ve bağırsaklarımda
büyük ağrılar vardı. Tüylerimin bir kısmını yolmuşlardı sanki… Garip bir
varlığa dönmüştüm ama yine de bir evde olmak mutluluk vericiydi.
Aaaa adımı da öğrenmişlerdi.
Bana “pafi” diyorlardı. Bugünün en mutluluk verici olayı buydu sanırım ama
artık uyumam lazımdı. Çok yorgundum.
Kaç saat uyudum bilemiyordum.
Yemeğimi ve suyumu bana getiriyorlardı, çok zarif insanlardı.
Ben de onların adını öğreneyim
dedim. Beyaz saçlı adamın adı “baba”, yanındaki ufak boylu hanımın adı “anne”,
aaa anne… Beni kucağından indirmeyen maviş gözlü tombiş kızın adı da Bengü idi.
Aman bu Bengü, beni bir sevdi, bir sevdi. Bana şiir gibi konuşuyordu sürekli.
Sesini bir de inceltiyor, yumuşatıyor ki pamuk ben miyim o mu, anlayamıyorum.
Onun yanında şımarıyorum ki sormayın gitsin.
Geceleri beni kendi yatağına
yatırıyordu, sarılıp uyuyorduk. Odada bir yatak daha vardı ama sürekli boştu.
Bazen o yatakta da uyuduğum oluyordu.
Her şeyi kokladığımı
biliyorlardı. Mutfak sonuna kadar açıktı bana. Ben ise onların ne yediğini
merak ediyordum ve bol bol kokladım. Çoğu da berbat kokulu şeylerdi. Bana ise
mükemmel sofralar hazırlıyorlardı. Kuru mama, püre şeklinde balık, tavuk ve hindi
konserveleri… ve ödül çıtırları… Bu işleri kıvıran hep Bengü’ydı besbelli.
Anne, biraz soğuk ve
tedirgindi. Her halinden belli ediyordu. Baba, daha anlayışlı adam ama o da
beni tanımıyor daha, mesafeli… Azıcık onların ayaklarına sürtünsem, olay oluyor.
-Aaaa bana da sürtündü diye
çığlık atıyorlar.
Ama geceleri de kapılarını
örtmeyi ihmal ediyorlar. Korkuyorlar besbelli. Düşünsenize siz uykudayken
tepenizde gezinen bir kedi… Ama kapıyı açık unuttukları bir gün ben denedim ve
sabaha kadar uyutmadım onları. Çok nezaketliler, seslerini çıkarmadılar ama ben
tuvalete gidince hemen kapılarını örtmüş zavallılar… Onlar o sabah uykusuz,
yorgun argın işe gittiler. Biraz üzülmedim değil tabi… Onların bir suçu yok.
Korku filmlerinde sürekli biz kedileri kendilerine malzeme yapan yönetmenler,
insanları böyle etkilemişler işte.
İyiden iyiye alışıyordum
artık. Bengü kaçıyor, ben kovalıyordum. Işık oyunu icat etmiştik kendimize. Ben
ışığı kovalıyordum, onlar da
gülüyorlardı. Bir gün Bengü, bir topla eve geldi. Küçük siyah beyaz bir
Beşiktaş topuydu bu. Yumuşacık bir şeydi. Topu önüme attığında peşinden
fırlamıştım hemen. Kendimi tutamadım işte. Topu ön patilerimle yakalayıp arka
patilerimle iyice tırmaladım. Birden ak saçlı adam, karşıma dikilip “senden iyi
kaleci olur, geç karşıma” demez mi? Ben daha futbolun ne olduğunu biliyor muyum
ki? Sonra kale diyorsun, kale nerede? Burda öyle bir şey yok dediysem de beni
dinlemedi. Üzerine formasını, şortunu giydi. Topa öyle sert vuruyor ki gümbür
gümbür… Artık ayıp olacaktı, ben de birkaç refleksimi göstermek zorunda kaldım.
Bana her seferinde “ben bunca senelik futbol hayatımda senin gibi kaleci
görmedim” demeye başladı. O günden sonra kaleci olmuştum. Allah’ın her günü maç
olur mu? Her gün aynı manzara, her gün maç… Bizim evin en iyi kalecisi oldum
çıktım.
Babacık iyice bana alıştı.
Dokunuyor, seviyor, okşuyor ama hâlâ elini ısıracağımı sanıyordu. Bir gün eline
öyle bir dişlerimi geçirdim ki adamcağız kesin etimi kopardı diye düşündü ama
nezaketli adam, sesini de çıkarmadı. Sonra dişlerimi yavaş yavaş bıraktım ve
yalamaya başladım. Ona mesajımı verdim yani. Bana güven, ben sana güveniyorum,
sen de bana güven dedim. Ağzımın içini gösterdim. Bana hayranlıkla baktı,
gördüm. Ne kadar temiz olduğumu anladı. Dilimle yalayıp ellerini dezenfekte
ettiğimi hayretler içinde gördü ve artık bana sürekli elini uzattı. Ben
ısırdım, kemirdim, parmaklarının arasındaki stres noktalarını özellikle
kemirdim ki o bir babaydı ve strese düşmemeliydi. Bu sayede mutlu bir şekilde
yemek yeyip, oyun oynayıp vakit geçirebilirdik.
Tüylerim iyiden iyiye uzadı.
Belgesel kanallarında gördüğüm vahşi kedilere döndüm. Çok utanıyordum. Çevreye
verdiğim bu rahatsızlığı gidermek için tüylerimi halının, kanepenin üstünden
iyice yalayıp yutuyordum. Tüyleri yutmak da iyi olmuyordu bana. Hatta kustuğum
oluyordu. Bengü, bir defasında tüyleri yuttuğumu görüp ağzımdan zorla çıkardı
onları.
-Tüyleri yutma, ben onları
temizlerim dedi. Homurtulu bir alet çalıştırdı ki çok rahatsız oldum, kaçacak
delik aradım. Nihayet bir yere gizlendim. Göz ucuyla baktım ki o alet benim
tüyleri hüp hüp yutuyor. Ev tertemiz olmuştu ama benim tüyler hem uzundu hem de
sürekli dökülüyordu. Düşünün bir, mevsim de yaza gelmişti ki, ben terin suyun
içinde kalıyordum.
Birkaç gün geçti geçmedi,
Bengücüğüm elinde sinek vızıltısı gibi ses çıkaran bir aletle balkonda
sıkıştırdı. Yahu elindekini nedir, bir koklayım diyorum, anlamıyor. Ben kaçmak
için çırpındım, hatta o gün Bengücüğümü elini de çizdim. Nihayet bana baktı,
baktı ve aleti burnumun ucuna koydu, gitti. Ben de aleti iyiden iyiye kontrol
ettim. Canlı değildi. O vızıltıyı çıkarmıyordu. Kokmuyordu. Bengü’ye
güveniyordum. O bana zarar verecek bir şeyler yapmazdı. Biraz sonra Bengücüğüm
yanıma geldi, o vızıltıyı tekrar çıkardı. Aleti sırtıma, boynuma, popoma
sürmeye başladı. Çok gıdıklanıyordum ama tüylerim yere düştükçe rahatladığımı
hissettim. Vay seni seni… Bengü, beni ferahlatmak için yapıyormuş bunu
meğerse… O gün bir koyun kadar yünümün
olduğunu yere bakınca anladım. Akıllı kız, kuyruğuma dokunmamıştı. Kuyruğuma
dokunsa kafayı yerdim herhalde o gün. Ama çok ferahlamıştım. Hatta o gece biraz
ürperdim, hatta üşüdüm bile. Uykularım düzelmişti, mışıl mışıl uyuyordum ve çok
az terliyordum.
Yatak odasındaki aynada
kendimi gördüğüm zaman ise hayal kırıklığına uğradım. O, aslan yeleli Pafi
gitmiş, yerine minicik, sanki bir fare yavrusu gibi bir Pafi gelmişti. Çok
üzüldüm, kuşa dönmüştüm. Canım çok sıkıldı ama yapacak bir şey yoktu. Kökü
bende nasıl olsa, en kısa zamanda tüylenirim yine diye düşündüm.
Bir gün kapı çalındı, eve bir
kız daha geldi. Kıza öyle sarıldılar ki evin bir diğer kızı olduğunu o an
anladım. Yani o boş yatağın sahibi de gelmişti. Ben acaba diye kendi kendime
sorular üretecektim ki, “paficiğim”
diyerek hemen benim yanıma geldi. Çok sevindim, hemen önüne yattım, beni sevsin
diye… Aman o da buna bir sevindi, bir sevindi. O narin elleriyle çenemi,
yanaklarımı, boynumu dakikalarca okşadı. İşler iyi gidiyordu. Ben de ona jest
daha yapayım dedim ve gece onun yatağında yanına uzandım. Uyanıktı biliyorum,
sesini çıkarmadı ve benim varlığımı hissetti. Biraz tedirgindi ama yine de bu
dostluk gösterisini anladı.
Küçük kızın adını da Begüm
koymuşlardı. Ne ilginç bir durum… İsimlerin birbirine bu kadar yakın olması
bana ilginç gelmişti. Artık evde beş kişi olmuştuk.
Alışıyordum galiba… Arada bir
yüreğimde bazı sızılar olsa da yine de alışıyordum galiba. Ama bir taraftan da
bir korku da yok değildi. Ya bunlar da benden sıkılırlarsa… Ya her gün
arabaların akıp gittiği ve benim hiçbir bilgi sahibi olmadığım caddelere
bırakırlarsa beni. Ya bir gün beni sevmezlerse… Bu korku hep benimle birlikte
olacak galiba. Ben sevgileri ve korkuları en uçta yaşamak için yaratılmışım.
Gelelim en çok korktuğum
günlerden birine… O gün yine kafese kondum. Kafese koymayın, beni bırakmayın
diye kaç defa “miyav” dediysem de anlamadılar. Arabanın içinde hep beraberdik.
Orada da ben yalvardım, yalvardım durdum. Derken arabanın içinde kafesim
açıldı. Anlayamadım ne olduğunu. Hayatımda ilk defa arabadan dışarıyı
seyretmeye başladım. Cam açıktı ve çok tatlı bir rüzgar vardı. O zaman anladım
ki bu bir veda değil galiba. Benim anlamadığım bir şeyler oluyordu. Benden daha
hızlı olan arabanın içinde keyif sürerken yine de kaygılarımı atamadım.
Nihayet araba başka bir evin
önündeydik. Ev bahçeliydi. Ben türlü türlü otları, çiçekleri, ağaçları
gördüğümde adeta çıldırdım. Başımdaki tasmayı bir anda fırlattığım gibi bahçede
kaçmaya başladım. Orada başka kediler vardı, onlarla tanışmalıydım, onlarla
koklaşmalıydım. Bütün güzel duygularla hopladım, zıpladım, kokladım, hatta
hayatımda ilk defa bir başka kediye bile rastladım. Ona dostça bir selam
verdim. Simsiyah gözleri olan kedi, bana çok kötü davrandı. Hatta bana öfkeyle
bakıp bir de üzerime saldırmaz mı? Kaçayım dedim, nefesim yetmiyordu. Çok büyük
ve azgın bir kediydi bu. Beni çabucak yakalayacaktı besbelli. Ben kaçmaktan
vazgeçtim, nefesim yetmiyordu. “Miyav” deyip kenara çekildim. Kaderime razı
olmuştum. Ama o da ne? O güzel koku ve güçlü kollar, havalardayım. Bengücüğüm
yetişmiş ve beni kollarına alıp havaya kaldırmıştı. Yan gözle siyah kediyi
arıyordum, hala kalbim korkuyla çarpıyordu ama siyah kedi ortalıkta yoktu. Baktım
ki aslan baba, siyah kediyi kovalamıştı.
Eve girdik ama ben hâlâ
şoktaydım. Ben tabiata koşmaya can atarken orada feci bir şeyler vardı.
Güzelliklerle tehlikeler yan yanaydı. Hemcinslerim sevimli olduğu kadar da çok
tehlikeliydi. O siyah kedideki pençeleri ve bakışları görünce anladım. Ben ev
kedisiyim galiba, artık yapacak bir şey yok. Sokak kedisi olmam çok tehlikeli
benim için, o gün bunu anladım.
Tekrar evimize dönünce bendeki
bütün kaygılar gitti. Ne yapayım, ben de balkondaki saksılarda duran çiçekleri
kokluyorum her sabah… Benim için diğer balkona koydukları kasalardaki küçük
toprakların üzerine yatıyorum. Bazen de kasalarda yetiştirdikleri patlıcanların
yapraklarını yiyorum. Anne, bana kızıyor, biliyorum ama ne yapayım, bu
yapraklar hoşuma gidiyor. Bazen de oraya işediğim oluyor, itiraf ediyorum ama
gerçek toprağın kokusuna meftun olduğumu da anlayın artık.
İşeme deyince aklıma geldi,
hemen anlatayım. Bir gün eve misafir gelmişti, hiç unutmuyorum. Önceki
misafirlerin karşısına pek çıkmazdım. Misafir gidene kadar saklanırdım ve
onları rahatsız etmezdim ama o gün, eve gelen misafir hanımlarla beraber
oturmak fena olmaz diye düşündüm. Yanlarına geldim. Ortam iyi gözüküyordu,
iltifatlar da boldu. Ben de ortaya şöyle kendimi sere serpe atıverdim.
İstiyordum ki gelsinler, beni sevsinler, evde yabancılık çekmesinler.
Bengücüğüm, bu durumu görüp anladı hemen. Misafirlere:
-Pafi size sevgi gösteriyor,
şu an kendisini sevmenizi bekliyor sizden dedi.
O an misafirlerde bir
tedirginlik oldu. Kimse bana dokunmak istemiyordu. Şaşırmıştım. Yerimden
kalktım, onlara bir şans daha vereyim dedim. Ayaklarının yanında geçerken
ayaklarına sürtündüm, belki bana dokunmak isterler diye düşünüyordum. Aman
Tanrım, hanımlardan biri çığlık atmaz mı? Çığlık atmakla da kalmadı,
çantasından pis kokulu bir mendil çıkarıp sağını solunu temizlemeye başlamaz
mı? Hemen orayı terk ettim. Canım çok sıkılmıştı. Diğer odada onların gitmesini
bekledim. Gece, evi şöyle bir dolaştım ve evde hâlâ kokularının durduğunu fark
ettim. Onların kokularının evde durmasına dayanamıyordum, evin değişik
yerlerine işedim ve onların kokusunu bastırdım. Böylece evimizde böyle misafirler
istemediğimi sanırım göstermiş oldum.
Gelelim şu Pafi Can
meselesine… Adıma ev halkı hep Pafi derken benim futbol arkadaşım babacık ise
Pafi Can deyip duruyordu. Sonra diline iyice yerleşti. Hatta top oynadığımız
zamanlarda değişik şarkılar besteliyordu.
-Paffi paffi paffi can…
Paffi paffi paffi can
nakaratlı bestelerin sözlerini aklımda tutmak zaten mümkün olmuyordu.
Babacık, iyiden iyiye neşeli
bir insan oldu. Evde benimle çok mutlu. Beni stres hapı olarak kullanıyor
sanıyorum. Ben de onun sağlığına karşı çok dikkatliyim. Hatta bir gün işten eve
geldiğinde onu karşıladım. Hatta en sevdiği sesleri çıkarak yanına koştum. Ama
çok bitkindi. Kalbinden öyle fena titreşimler alıyordum ki onu, o halde
bırakamazdım. Hemen onun önüne yattım ve beni sevmesini bekledim. Çok kırgındı,
çok üzgündü ama yine de hafifçe eğilip beni okşadı. Yüzündeki hatların
gerginliğini seziyordum. Onu bu halden kurtarmalıyım diye düşündüm. Hemen
karşımda düşman bir köpek varmış gibi havalanıp tüylerimi köpürttüm ve
karşısına dikildim. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Evin içinde sanki
kovalamaca yarışması varmış gibi hayali bir varlığı kovalıyordum.
-Pafi Can, ne oldu diye peşime
düşmüştü.
Hemen yatak odasına kaçıp
yorganın içine saklandım. Kuyruğum dışarıda kalmıştı ve kuyruğumu sürekli
sallıyordum. Yorganı açtı ve beni buldu. Ben de onun kravatını kıskıvrak
yakalayıp çekmeye başladım. İşte o sırada babacık gülme krizine tutuldu.
Başarmıştım. Kriz anı atlatılmıştı. Kapıda Bengücüğüm ve Annecik bizi izliyordu
ve onlar da gülüyorlardı.
Babacık beni bağrına bastı,
sarıldı, okşadı, okşadı, duruldu, güldü, pencereye baktı. Anneye ve Bengü’ye
baktı. Sanırım hepsi olanı biteni anlamıştı. Benim ne yaptığımı biliyorlardı.
Çünkü bana sevgiyle ve minnetle baktılar. Hemen babacığın baş parmağı ile
işaret parmağı arasındaki etli kısmı dişlerimin arasına aldım. Önce sertçe
ısırdım, sonra gevşetmeye başladım. Burasını ısırmak insanlarda stresin
çözülmesine yardımcı oluyordu. Babacık artık alışmıştı. Elini hiç çekmedi. Ben
de operasyonu tamamlayınca elini bir güzel yalayıp mikroplara karşı temizledim.
İyi ama bütün bunları ben nereden biliyordum? Aklım şaştı. Ben de insanlaşıyor
muyum ne? Bunca sorgu ve iç konuşma hayra alamet değil ama neyse… Yapacak bir
şey yok artık.
Zaman zaman bizimkileri minik
testlere tabi tutuyorum ama bunu onlar bilmiyorlar. Dış kapı açıldığı zaman
hemen dış kapıdan dışarı çıkmaya çalışıyorum. Birkaç adım atıyorum ki hemen
arkamdan koşup beni içeri alıyorlar. Demek ki beni seviyorlar ve benimle
birlikte yaşamak istiyorlar diye düşünüyorum. Haksız mıyım bilmem ki…
Birde balkon oyunum var ama o
çok daha tehlikeli bir oyun. Zaman zaman balkon demirlerine çıkıyorum.
Düşünsenize on birinci kattayız ve ben balkon demirlerindeyim. O vakit
çıldırıyorlar ve hemen koşup balkon camlarını kapatıyorlar. Demek ki beni
seviyorlar. Tehlikeli bir oyun demiştim ya… Bir gün balkon demirine çıkmıştım.
Yine aynı numarayı yapayım derken her gün beni çıldırtan iki tane serçe var ya…
Onlar benim üzerime üzerime gelmezler mi? Bir an balkon demirlerinde olduğumu
unuttum. Tam fırlamak için harekete geçmiştim ki balkonun üst demirine kafayı
zınk diye vurdum. O an aklım başıma geldi. Az daha 11. Kattan aşağıya
uçacaktım. Ben eminim yine dört ayağımın üstüne düşerim ama aşağı beton, ben de
iyice şişmanladım, aşağıda sapasağlam kalır mıyım, onu bilemiyorum.
Bir gün ama mutlaka bir serçe
yakalayacağım. Nasıl olur, ne zaman olur bilmiyorum ama bir gün bu olacak. Bu
balkonda olmasa bile başka bir yerde olacak. Bunu hissediyorum.
Bu arada yaz geldi ya… Aşırı
sıcak günlerde evin içine özellikle akşamları sinekler doluyor. Bir de bunlara
tahammül edemiyorum. Benim yaşadığım yerde sinek, böcek, akrep, yılan,
çayan ve fare yaşayabilir mi hiç?
Yaşayamaz. Sineği yakaladığımı gördüklerinde bizimkilerin ağızları açık kalıyor
her zaman. Demiştim ya, boyumun beş katına kadar fırlayabiliyorum diye. Artık
anlıyorlar “ık, ık, ık” diye ses çıkarmaya başladım mı ya bir sineğin ya da bir
böceğin peşindeyim. Evde artık sinek ilacı kullanmıyorlar ama babacık, yine de
pencerelere sineklik yaptırdı. Emin olun, eve sinekler girmesin diye değil. Ben
sineklerin peşinde koşarken pencereden düşerim diye… Ah babacık ah, çok iyi bir
adam… Tek sıkıntıları yakaladığım sinekleri yemem. Onları yememi istemiyorlar
ama ben bir avcıyım, ev kedisi de olsam avcıyım. Bir avcının zaman zaman avını
yemesi lazım ki yaptığı işten mutlu
olabilsin.
Bazen üçü bir, dördü bir, kapıyı
çarpıp çıkarlar evden… Kapının yanına gelir, ayak tıkırtılarını dinlerim. Gerçi
her zaman evde ses olsun diye TV’yi açık bırakırlar, geceleri ise ışığı açık bırakır
giderler, Allah var. Ama yine de canım sıkılır, saatlerce yalnız kalmaktan. Keşke
bir arkadaşım olsaydı, onunla gezseydim, konuşsaydım, koklaşsaydım diye düşünürüm.
Bir sevgilim olsaydı mesela… Nafile, gönül geveze bir kuştur ve istekleri hiç bitmez.
Yorumlar