HASAN İLE SOFİYA / S.Burhanettin AKBAŞ

/

Hoca Efendi, Ezan-ı Muhammediyi okurken dakikalarca önce gelip cami avlusunda bekleyen yaşlılar ağır ağır hareket ettiler. Onlar için camiye gelmek ağır kış şartlarında en önemli iştir. Kışın insanlar, yazdan hazırladıkları yiyeceklerini yer, köy odalarında bolca oturur ve sohbet ederlerdi. Artık sonbahar gazelleri toprağa karışıp üzerine de karlar düşmeye başladı mı insanların bahçelerden ve tarlalardan da eli eteği çekilmiş demekti. Cevizini toplayan, salçasını kaynatan, pekmezini yapan insanlar, yazın evine ununu, bulgurunu, yağını, kavurmasını koydu mu, içleri rahat, kışı karşılarlardı.
Koramaz dağının bembeyaz kartalının ise böyle bir şansı pek yoktu. O, yükseklerde yuva yapar, bir çırpıda Çeçtepe’yi, Aydos’u, Karatepe’yi dolaşır, rızkını arardı. Artık Koramaz dağının son kartalıydı o, bunu çok iyi anlıyordu. Yavruları vardı ve bütün çırpınışı onlar içindi. Erkeğini de yakın zamanda kaybetmişti. Uzunca bekleyişten artık umudunu yitirmiş, Koramaz dağının uzantısındaki Matya dağındaki yuvasına çekilmişti. Kaç gündür, yavrularını da tehlikeye atarak yaptığı uzun uçuşlar sonuç vermedi. Yerin dibine gidip kaybolan tarla farelerinden birini yakalamayı başarmıştı, ama kendisi yemedi, avını yavrularının önüne attı.

Genç hocanın hızla kıldırdığı namazdan memnun olmayan caminin yaşlı cemaati, imam efendiye sitem ederken çocuklar, yaşlılara bir yaralı kartalın varlığını haber verdiler. Cemaat, ara sokakta eski bir evin çıkmasının önüne geldiler ki demir parmaklıkların arasına sıkışmış bir kartalı gördüler. Yaşlılardan biri evin kapı vurgusunu tıklatıp açılan kapıdan eve girip pencereye gitti. Pencerede kanlar içindeki bembeyaz kartala baktı bir süre. Yaralıydı, hareket ediyordu ama kanadının altında kırmızı bir kan tabakası ayaklarına kadar inmişti. Yaralı haliyle bile hırçındı ve zaman zaman ağzını sertçe açıp kapatıyordu. Yaşlı adam eline bir çaput doladı. Kartalın ısırmasından çekiniyordu. Sonra besmele çekip kartala uzandı. İki eliyle kartalı tutmayı başarmıştı. Kartal, can havliyle bir sıçrayış yapmak istedi ama beceremedi. O sırada gagasını uzatıp yaşlı adamın sarıp sarmaladığı elini gagasıyla yakaladı. İlk başta bütün bu sargılara rağmen kartalın gagası, adamın elini ağrıtıyordu ama bir süre sonra kartalın gücünün tükendiği anlaşıldı. Çünkü, gagası yavaş yavaş gevşedi.
Adam, kartalı iki eliyle sıkıca tutup caddeye çıktı. Caddede yaşlılardan ve çocuklardan oluşan kalabalık onu heyecanla bekliyordu. Kalabalıktan birisi:
-Dün geceki fırtınada buraya kadar sürüklenmiş olmalı dedi.
Diğeri:

-Yok yok, fırtınada asla dışarı çıkmazlar, baksanıza saçma izi var. Salak bir avcının işi bu.
Adam, son söze itibar etti ve elinin birini gevşeterek kartalın kanadını hafifçe kaldırdı ki, bir saçmanın açtığı iz ve yaranın etrafındaki lekeler, son sözü haklı çıkarıyordu.
Nazlı, üniversiteli bir genç kızdı ve yarı yıl tatili için köyüne gelmişti. Köydeki kalabalığı gördü.Dedesinin elindeki kartala hayran hayran bakarken konuşmaları da duymuştu.
Dedesine:
-Bu, bu… çok nadide bir tür olmalı… vicdansızlar, nasıl kıymışlar…
Bu söz, hepsini duraksattı. Aslında kartal için tam bir trajedinin yaşandığının farkına vardılar.
Kızcağız, mendilini çıkarıp dedesine verdi.
-Dede, kurtulur mu? Ne olur kurtulsun diye yalvardı.
O zaman ihtiyar adam, seyirlik olayın vahim boyutunu keşfedip mendili yaranın üzerine koyup sardı ama umudu hiç yoktu:
-Çok kan kaybetmiş yavrum, hâlâ kanıyor yarası, kurtulacağını sanmam.
-Ama… ama.. ama… deyip boğazında birçok şeyin düğümlendiğini fark eden genç kız, kalabalığın içinden hızla uzaklaştı. 
İhtiyar adam, elindeki kartala bakakalmıştı. Çaresizlik böyle bir şey olmalıydı. Elinde imkan olsaydı da parçalanan damarlarını dikiverseydi, etrafa yayınlan kanları tekrar damarlara dolduruverseydi, ama ölüm karşısındaki çaresizlik boyunları büktürmüştü. Kartal da boynunu büküp boşluğa doğru saldı. Heyecan kasırgası bitmişti. Kalabalık yavaş yavaş dağıldı. Adam kartalı yine aynı şekilde tutarak yavaş adımlarla evine doğru yol aldı. Evinin bahçesine geldiğinde sekiden bir kürek çıkardı. Meşe ağacının yanına bir çukur açmayı başardı. Karların altında iyice sertleşen toprağı kazımak zor olmuştu. Kartalı çukura bırakıp üstünü örttü.
Ağır adımlarla sekiye doğru ilerlerken Nazlı’nın pencereden kendisini seyrettiğini gördü. Birkaç saniye öylece birbirlerine baktılar. Sonra adam, sekiye küreği bırakıp evin içine girdi. Soba yanan odaya girince dışarıda ne kadar üşümüş olduğunu fark etti. Sobanın dibindeki sandalyeye oturdu. Pencerenin önünde duran ve hâlâ dışarıyı seyreden torununa konuşmaya çekiniyordu. Bu kızlar bu deli çağlarında hep böyle oluyorlar. Hem çok heyecanlılar hem de çabucak tepki veriyorlardı. Bazen sözler ihtiyar adamın gönlünü incitiyordu. Artık gençlerle konuşurken daha ihtiyatlı davranıyor ve genellikle de susuyordu.
Nazlı’dan bu sefer daha yumuşak bir söz geldi.
-Dede, onun yavruları var mıydı?
Dede:
-Vardır mutlaka kızım.
Nazlı:
-Onlar ne yapacaklar peki?
-Anneleri vardır yavrum, anneleri bakacak onlara…
-Buralarda hiç beyaz kartal görmemiştim dede…
Dede, torunuyla konuştuğu için mutluydu, yüzleri iyice yumuşamıştı.
-Bizim çocukluğumuzda burada, Koramaz dağının eteklerinde epeyce vardı. Aynı kartalları Kızılırmak tarafında da görmüştüm. Son yıllarda çok azaldıklarını biliyordum. Hatta Koramaz dağında kalmadı sanıyordum. Bugün anladım ki son bir kartal ailesi varmış meğerse…
Nazlı:
-Artık aile denirse…
Adam boynunu büktü. Konuşmuşlar ama göz göze bakmamışlardı. Artık, torununun gözlerine bakamıyordu. Büyümüştü Nazlı, saçlarına, yüzüne dokundurmaz olmuştu kimseleri. Doya doya öpmek, onunla şakalaşmak, saçlarını sevmek mümkün değildi. Çocukluğunda dedesinin omuzlarından inmeyen, saçını sakalını sürekli dağıtan, dedesinin elinden tutup saatlerce dedesiyle gezen o çocuktan neredeyse hiçbir iz kalmamıştı. Dedesinin boncuk gibi mavi gözlerine bakıp “Ne güzel gözlerin var” diyen çocuk gitmiş, yerine başka biri gelmişti. Yüzünde birazcık güller açsa dedesi cenneti âlâya gelmiş gibi olacaktı ama nafile bekleyişler sürüyordu.
Nazlı, dedesinin yanına oturdu. Onun yüzüne bakıyordu. Elini onun yorgun ve yıpranmış ellerine uzattı. İhtiyar adam, göz ucuyla torununu bir yokladı sanki. Nazlının yüzünde farklı bir sıcaklık hissetti. Kartalın ölümünden kendini sorumlu tutar bir tavırla ihtiyar adam:
-Ölüme çare yok kızım dedi.
Nazlı’nın ellerini avucunun içine iyice sarmaladı.
İhtiyarın elleri soğuktu. Artık ellerindeki deriler çekilmeye başlamış, elleri kararmış ve kemikler belirginleşmişti.
Nazlı, yavaşça :
-Biliyorum, dedi.
Nazlı, dedesinin gözlerine baktı. Gözleri eskisi gibi parlaktı:
-Dede, ne güzel gözlerin var senin.
Dedesi gülümsedi, diyecek bir şey bulamamıştı ama bu söz karşısında sevindi. içine ılık ılık bir şeyler aktı.
Nazlı:
-Dede, sen eskiden benimle konuşmayı severdin. Hâlâ seviyor musun dedi.
Dede, çok sevindi:
-Sevmem mi kızım, sevmem mi? Sen yeter ki iste, ben her daim hazırım.
Nazlı:
-Peki öyleyse, bugün arkadaşıma uğramıştım. Annesi Hasan Efengi diye birinden bahsetti. Çok acıklı bir hikayesi var, dedi ama tam dinleyemedim. Sen bu adamı biliyor musun?
İhtiyar:
-Bilmem ki kızım bilmem mi? Bu köydeki herkes bilir onun hikayesini… Hatta şurada Karatepe’nin orada Hasan Efengi Kalesi var, mağaraları var. Oraya vardın mı, o vadide “Hasan Efengi nerde” diye bağır, karşıdan “Hasan Efengi burada” diye ses geliyor.
Nazlı:
-Oraya gidelim mi dede?
İhtiyar şaşkındı. Nazlı’nın böyle çocuklaşması hoşuna gitmişti ama:
-Bu kışta kıyamette oraya gidilir mi kızım, dedi.
Hakikaten o yıl yağan karın maşallahı vardı. Köyün içinde kar diz boyunu çoktan aşmıştı. Açık arazide adam boyuna yaklaşmış olmalıydı.
Nazlı dedesinin dışarıyı seyreden gözlerine takıldı ve ona:
-Peki dede, neden Hasan Efendi değil de Hasan Efengi demişler adama?
Dede, biraz düşündü. Sakalını sıvazlayıp aşağı doğru indirdi:
-Ben de çok iyi bilmiyorum. Hasan’ın babası bizim köylü bir leventmiş. Muğla’da namlı bir efenin kızını sevmiş, onunla evlenmiş. Gel zaman git zaman dönüp dolaşıp bizim köye gelmişler. Hasan’a efe demeleri anasının efe kızı olduğundandır. Ama dediğin gibi efendi diyecek yerde niye efengi dediler onu bilmiyorum.
Nazlı, iyice meraklanmıştı:
-Ne oldu dede, anlatsana…
İhtiyarın içi daralmıştı. “Offff ki offf!” diye iç çekince Nazlı, dedesinin anlatmak istemediğine yordu.
-Hani dede, benimle konuşmaktan hoşlanıyordun. Şimdi anlatmak istemiyor musun?
İhtiyar:
-Dur kızım dur, dedi. Hasan ile Sofiya’nın hikayesini anlatmak öyle kolay iş mi? Dünya Harbine girmek gibi bir şey…
Nazlı:
-Ne olur anlat dede… Çok merak ediyorum.
Dede:
-Anlatacağım, anlatacağım. Biliyorum artık  şart oldu bu. Sen bu hikayeyi dinlemezsen meraktan uyumazsın da…
-Evet dede, uyuyamam artık.
Dede, sobadan uzaklaştı. Sedirin köşesine geçti ve bağdaş kurup oturdu. Nazlı’ya:
-Mutfaktaki koca avrada söyle, o da çayı koysun.
Nazlı, büyükannesine seslenmişti ki, büyükanne çayı demlemiş meğerse.
-Gel kızım çayı al da dedene götür diye seslendi. Nazlı, mutfaktan çayı alıp dedesinin önüne koydu. Dede, çayı alıp pencerenin önüne koydu. Nazlı da dedesinin dizinin dibine oturdu.
İhtiyar adam torununun dizinin dibine oturmasının keyfini sürerek başladı anlatmaya:
- Bak kızım. Hasan, sarışın bir oğlan, apalak, yakışıklı… Atın üzerine bindi mi köyün bir ucundan öbür tarafına fink atar durur. Böylesi yiğitlerin gözü gönlü güzellerde olur. Güzeller de, böyle yiğitlere bakıp bakıp iç geçirirler. Bunlar eski zaman hikayeleri… Ben deyim 100 sene, hadi bilemedin 120-130 yıl öncesi…Köyde nice güzel Türk kızı varken Hasan tutmuş, Ermeni kızı Sofiya’ya aşık olmuş. Sofiya da  Sofiya ama… Bembeyaz yüzün üstünde simsiyah saçlar, simsiyah gözler… Bakan bir daha bakar, öyle bir güzellik…. Lakin o zamanlarda öyle Müslüman oğlan Hıristiyan kızı ile evlenemez ki…
Nazlı:
-Neden evlenemezler dede?
Dede:
-Dinleri farklı kızım. Evlenmeleri için içlerinden birinin dinini değiştirmesi şart. Hasan, her gün anasının başının etini yemiş bitirmiş, illâ ki bana Sofiya’yı alacaksınız diye… Ne baba ne ana, güçleri yetmemiş Hasan’a. Muska yazdırmışlar olmamış, büyü yaptırmışlar tutmamış, nasihat etmişler dinlememiş, arkadaşlarından yardım istemişler, Hasan, Nuh demiş de peygamber dememiş. Zavallı ana baba, düşmüşler yola. Sofiya’nın anasından babasından kızlarını istemişler. İstemişler ama kızın babası demiş ki: “Bizim âdetimizde öyle bir şey yok. Bu durumu Papaz Efendiye sormamız lazım. Papaz Efendiye sormuşlar ki Papaz, Hasan’ın Hıristiyan olması lazım. Yoksa bu nikah asla geçerli olmaz demiş.
Hasan’ın anası babası akları çıkarıp karaları giymişler, kara kara düşüncelere dalmışlar. Bu sırada akıllarına İmam Efendiye danışmak gelmiş. Bir akşam İmam Efendi’yi buyur etmişler evlerine. Durumu böyle böyle anlatmışlar. Aman İmam Efendi derdimize bir çare demişler. İmam Efendi de bizim bugünkü imam gibi aklı bir karış havada bir adam… Bunlara demiş ki, o işin kolayı var. Hasan, Hıristiyan oldum desin, kızı alsın. Kızı aldıktan sonra nasıl olsa iş işten geçmiş olur, dinini değiştirmediğini cümle aleme gösterir. Bu fikir Hasan’ın kafasına yatmış. Aileye de imamın marifetiyle kabul ettirmişler.
Hasan gitmiş papazın yanına, dediklerini kabul ettiğini açıklamış. Papaz çok sevinmiş ama ortalığa da duyurmuş ki Müslümanların  kafası iyice karışsın diye. Tabii ortalık hop kalkıyor. Hasan bunu bize nasıl yapar diyen Müslümanlar, Hasan’ı gördü mü arkalarını dönüyorlar. Allah’ın selamını bile almıyorlar. Neyse… Bunlar bağırlarına taş basıp oturmuşlar.
Hasan, Yanartaş Kilisesinde dualarla Hıristiyan olmuş. Gel zaman git zaman, bu Hıristiyanların orucu gelmiş. O vakit onlar yağlı yemezlermiş. Hasan’ın adını da Yuvan koymuşlar. Bir savanın üzerine yağlı eti koyarlarmış, sonra da başlarlarmış sallamaya: “Yağlı idin oldun yavan, yağlı idin oldun yavan” diye tekerleme söylerlermiş. Hasan’ın içindeki acı ne kadar biriktiyse o da “Hasan idin oldun Yuvan, Hasan idin oldun Yuvan” diye söylüyormuş tekerlemeyi. Biraz dinleseler ki Hasan’ın içindeki hiçbir şey değişmemiş. Ne oldu Yuvan diyorlar. Hasan’ın canına tak etmiş:
-Ulan yağlı et sallamakla yavan olur mu? Kulağına senin adın Hasan diyerek ezan okunan adam da Yuvan olur mu, diyerek elindeki savanı kaldırmış yere fırlatmış. Sonra da atın arkasına Sofiya’yı atmış, sürmüş Erciyes dağına doğru. Oradan da Bakırdağ tarafından Develi’den Toroslara gitmiş.
İhtiyar, soğuttuğu çayını bir yudum da tepesine dikti.
-Kızım çayımı doldur hele…
Nazlı, ok gibi yerinden fırlayıp mutfağa daldı.
-Ne olur nine, şu çayı çabucak doldur, dedem Hasan Efengi’yi anlatıyor, hemen yanına gitmem lazım.
Nine, çayı doldururken Nazlı’nın heyecanına gülümsüyordu.
-Kızım, dedenle her gün şöyle bir saat otursan, deden sana ne hikayeler anlatır.
Nazlı, cevap vermeden çayı aldığı gibi dedesinin yanına koştu. Dede, aynı şekilde bardağı alıp pencerenin önüne koydu ve Nazlı’nın dizinin dibine oturmasını bekledi.
Nazlı:
-Eeee dede, sonra ne olmuş?
-Evet kızım. Bunlar Toros dağlarında izlerini kaybettirmişler. Tam tamına on yıl, Toroslarda bir köyde kalmışlar. Bir oğlan, bir kız evlatları olmuş. Ama akılları burada… Burada ne varsa bilmem ki… Köyleri gözlerinde tütüyor. Hasan demiş ki, aradan on yıl geçti, herhalde eski yaralar kapanmıştır. Haydi köyümüze dönelim. Sofiya da uymuş bu karara… O da özlemiş anasını, babasını, kardeşlerini… Lakin bilmezler ki o vakit Ermeni milletinden nice azgın adamlar türemiş. Hele aşağı köylerde, Efkere’de, Belasi’de Ermenilere güç yetmez olmuş. Mağaralarda bir orduya yeter cephaneleri ve silahları varmış bu adamların. Halbuki Gesi’de karakol var amma dört nefer asker durur sadece.
Neyse… Hasan ile Sofiya atlarının üstünde Darsiyah’a doğru gelirken bizim köylü bir Rum’a rastlamışlar. Hal hatır sormuşlar. Köyde ne var ne yok haber almışlar. Bu Rum, onlardan ayrılınca yememiş içmemiş doğruca Belasi’ye gitmiş, çetenin gözü kara adamlarına demiş ki: Zamanında böyle böyle olduydu ya… İşte intikamınızı alacak vakit geldi. Hasan, Sofiya, bir oğlu bir kızı, Darsiyah’a doğru geliyorlar.
Çetenin elebaşları hemen adamlarını toplayıp silahlarını kuşanmışlar. Hasan’ı daha köye varmadan Karatepe’ye yakın bir yerde sıkıştırıyorlar. Hasan, çocuklarını da alıp kaçacak ama uzun yoldan geldiler. Yorgunlar. Bunlar, Allah yarattı dememişler, Hasan ile Sofiya’ya çalmışlar kurşunu. Sofiya ile kız birlikteymiş atın üstünde… Daha ilk atışta Sofiya ile kızı vurulup bir derenin kenarına yığılmışlar. Hasan da gavura çalmış kurşunu ama hangi birine güç yetecek. Karatepe’ye doğru kaçarken arkasındaki oğlancığına bir kurşun isabet etmiş. Hasan, bir mağaraya sığınmış Karatepe’de. Yavrusunun yarasına ot toplayıp sarmış, gözyaşları kurumuş ağlayıp sızlamaktan.
Gözü dönmüş katiller, silah sesini duyup da ne oldu diye oraya gelen her Müslüman’a çalmışlar kurşunu. Köy halkı varıp baksa  ki… Yol boyu ceset dolu… Ağıtlar figanlar öyle yükselmiş ki arşı âlâya varıyor. Gesi’deki dört nefer askere haber salınmış. Askerler gelseler baksalar ki ortalık savaş meydanına dönmüş. Bir süre kendilerine gelememiş askerler. Sonra sora sora Belasi’ye ulaşmışlar. Bir mağarada çete ile harbe dutuşmuşlar, ama gelin görün ki çete çok kalabalık… Askerin cephanesi bitiyor, çeteninki bitmiyor. Bunlar yaralı bereli karakola geri dönmüşler. Kayseri’ye haber salınmış, durum bir bir anlatılmış. O vakit Kayseri’ye Gesili İbrahim Yüzbaşı gelmiş. Durumu duyar duymaz vazifeyi üstlenmiş. Kayseri’den askerleri toplayıp Belasi’ye gelmiş. Gelmiş ama çete de adamlarını toplayıp buradaki güvercinliklere, mağaralara adamlarını doldurmuş. Öyle bir harp başlamış ki sanırsın Osmanlı ordusu Ruslarla harp ediyor.
Hasan, İbrahim Yüzbaşı’nın yanına gelmiş:
-Yüzbaşım, ben bu mağaralardan bunları çıkarmanın yolunu biliyorum demiş.
İbrahim Yüzbaşı’ya derdini anlatmış. İbrahim Yüzbaşı da yanına birkaç asker katmış. Hasan, askerlerle Belasi’nin tepesine çıkmış. Gürpınar suyunu kazmayla kürekle mağaranın deliğine akıtmayı başarmışlar. O kocaman Gürpınar suyu, bir hafta mağaraya akmış. Bir hafta sonra ancak mağaradan adamlar ellerinde silahlarla çıkmışlar. Askerler bunları teslim almış, ama diğer mağaralardaki adamlar sağa sola kaçmışlar bu arada… Hasan, bu kaçanların peşine düşüp intikamını birer birer almaya başlamış.
İbrahim Yüzbaşı, Hasan’ı dikkatli olması hususunda sürekli uyarıyormuş. Hasan’ın ciğeri yanıyor, bu lafları duyar mı hiç. Millet evine girmiş çıkamıyormuş.  Ermeni çeteleri, Müslümanların evlerini basıp kadın kız çoluk çocuk demeden öldürüyormuş. Her ölüm haberinden sonra Hasan, Karatepedeki mağaradan çıkıp Belasi’deki mağaraları basıp çetecileri öldürüyormuş. Devletin yeterince askeri yok ki bu pislikleri temizlesin. Gel zaman git zaman, Hasan ile çete mensupları öyle kanlı hesaplaşmışlar ki çetenin adamları bir avuç kalmış. Bunu kendilerine yedirememişler. En son çare olarak mağaradan çıkıp köprünün ayağına pusu kurmuşlar. Hasan ile oğlu, köprüden geçerken ikisini de kurşun yağmuruna tutup orada ikisini de öldürüyorlar kızım.
Nazlı’nın gözlerindeki bulutumsu hava gittikçe ağırlaşıyordu. Bir süre sonra dayanamayan kızcağız hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Dedesinin dizine göz pınarlarından yaşlar mütemadiyen akıyor ve orayı ıslatıyordu. O zaman dedesi, torununun saçlarına elini koydu. Bir süre öylece kalakaldılar. İhtiyar adamın da gözleri nemli nemliydi. Torununun başını kaldırdı ve kırış kırış elleriyle torununun yüzlerini avuçlarının içine aldı.
-Seni çok seviyorum kızım.
Nazlı, bir çocuk gibi seslendi:
-Ben de seni çok seviyorum dede…
İhtiyar:
-Bak kızım, o günlerin hatırası bir deyiş var, onu söyleyeceğim sana… Bu deyişi unutmayacaksın ama… Bunu senin çocuklarına da sen öğret, tamam mı?
Nazlı başını salladı. İhtiyar, gözünü pencereye, uzaklara doğru daldırdı. Eli kulağında, ezan okur gibi         yapıp deyişi söylemeye başladı:
Darsiyak derler de derenin içi
Neydi vurdular Hasanın suçu
Al kanlar içinde kaküllü saçı
Yürü Hasan yürü dostun yoğumuş

Darsiyak içine kurmayın pazar
Kondurmayın sinekleri yareler azar
Hasan öldü diye kırat boş gezer
Yürü Hasan yürü dostun yoğumuş
Yaz ayları gelince Karatepe’nin suları bugün halkın Hasanefengi adını verdikleri cennet gibi yemyeşil bir vadiden akıp giderken insanlar Hasanefengi Kalesine çıkıp bağırırlar.
- Hasan Efengi orda mısın?
Karşıdan ses yankılanır:
- Evet buradayım.
Bu sesi ancak kalp gözü açık olanlar duyarlar.
Hasan Efengi’nin, Sofiya’nın, kız ve erkek çocuklarının da mezarının burada olduğu söylenir, ama mezarlarını kimse bilmez. Böylesine ölümsüz sevdalar, mezara girer mi hiç? Böyle olmasa, buralara gelip “Hasan Efengi orda mısın?” diyen insanlara kim “evet buradayım” diyebilir ki…
   S. Burhanettin AKBAŞ

Yorumlar