Bünyan Yöresi Türkmenlerini Ziyaret...

Bu ziyaretimde ise Bünyan Yöresindeki birçok Türkmen köyünü gezdim. Burhaniye ve Karakaya’dan başlayan yolculuğumda sırasıyla Sultanhanı, Karacaören, İğdecik, Pir Ahmet ve Koyun Abdal beldelerini gezdikten sonra son durağımız Musaşeyh köyü oldu. Diğer uğrayamadığım köylerimize ve kasabalarımıza da uğrayacağıma dair şimdiden söz verirken biraz da bu ziyaretlerin mantığını değinmek isterim. Şairin “”Gelin tanış olalım / İşi kolay kılalım” dedikleri gibi bizler bu köylere ve kasabalara gitmezsek oraları tanıyamayız ve kendi insanımıza yakın olamayız. Kimsenin bizden bir şey istediği yok. Sadece kapılarını çaldıklarınızda duydukları memnuniyet var.


İğdecik köyünde bir Türkmen anasının karşıma dikilip:

-Yok, yok… Senin buralarla bir ilgin olmasa buralara gelmezsin dediğini unutmuyorum ve her gittiğim yörede aynı espri ile cevap veriyorum.

-İyi bak bakalım, ben kime benziyorum?

Herkes birilerine benzetiyor. İğdecik’teki Türkmen anası da beni “Yıldırım” köyünden tanıdığı birine benzetti ve özürlendi.

-Kafandaki şapkadan tanıyamadım, sen filan değil misin?

Aslında iş biraz da masallardaki gibidir:

-Sen kimsin?

-Seni beni yaratan Allah’ın kuluyum.

Masallar böyle demiyor mu? İşte aynen öyle… Hacılar’da bir amca, Hacılarlı olduğumdan emin, soyumu bile söylüyor. Develi’de Sindelhöyük ile Soysallı arasında karşılaştığım insanlar, beni yıllardır Develi’de gördüklerini iddia ediyorlar. Demek ki biz birbirimize benziyoruz.

KARAKAYA KASABASI

Karakaya Kasabası ile onca şey okudum ama bugüne kadar hep ihmale geldi. Gelirken giderken kasabanın levhasına bakıp durdum. Bu sefer, kasabaya gitmek için azim gösterdim. Burhaniye köyüne geldiğimde köyün bölgedeki çukur bir alana kurulmuş olduğunu gördüm. Eskiden beri rivayet edilir ki, Burhaniye köyünü, Karakaya’dan göçen aileler kurmuştur. Burhaniye’de fazla oyalanmadan tepelere doğru tırmanmaya başladık. Karakaya, yükseklere kurulmuş bir kasaba… Buradan Erciyes’i rahatlıkla izliyorsunuz ve Sarımsaklı Barajı da küçük bir göl gibi gözüküyor.

Karakaya, 16. yüzyılda müstakil bir nahiye iken zamanla Bünyan’a bağlanmıştı. Bu bölgedeki Türkmenler de oldukça önemliydi.

Karakaya’nın bir başka özelliği ise kasabanın levhasında yazıldığı gibi “Evliyalar Diyarı” olmasıdır. Başta Seyit Halil Devletlü’nün türbesi olmak üzere ben üç evliya mezarı daha gördüm.



(Karakaya’da Seyit Halil Devletlü Türbesi)

Kasabanın girişindeki tepede bir evliya mezarının olduğunu görüp tepeye doğru tırmandım ve türbeye ulaştım.



Buradaki türbe ilginç bir şekilde bildiğimiz kesme taşlardan dikdörtgen bir plan üzerine yapılmış. Halk, burada yatan kişi hakkında herhangi bir bilgiye sahip değil. Burası bir kişinin mezarı olamayacak kadar büyük… Ortasında kazılar yapılmış. Yanında da kum yığını vardı.



Yolun karşısında ise bir evin bahçesinde yine halkın evliya dediği bir mezar taşı ile daha karşılaşıyoruz. Üzerinde bugünkü alfabe ile ( 688 – Rızvanettin, 39 evliya Karakaya’da mevcut ) yazmışlar. Bu tarihlendirme neye göredir, bu isimle bu evliyanın varlığına işaret eden şey nedir, bununla ilgili bir kaynak bulamadım.

Kasabanın boydan boya geçtikten sonra kasaba mezarlığının alt bölümünde Seyit Halil Devletlü’nün türbesiyle karşılaşıyoruz. Camiyi andıran bir yeni yapı ile karşı karşıyayız. Seyit Halil Devletlü hakkında da efsanelerin dışında pek bir şey bulamadım. Halk, Seyit Halil’in Selçuklu döneminde yaşadığını söylerken anlatılan efsanelerde Seyit Halil Devletlü, kerametini IV.Murat’a karşı gösteriyor.

Karakaya hakkında yapılan tarihi çalışmalarda Seyit Halil’in önemi ortadadır. Bu yüzden Karakayalılar, Seyit Halil Zaviyesi’nin kaydını buldukları gibi onun adına kurulan vakıf kayıtlarını da bugün internetten yayınlayacak duruma gelmişler ve bütün araştırmacıların istifadesine sunulmuş. Bu bilgilere göre, burada bir zaviye varmış ve bu zaviye için de Eretnalılar Döneminde Sultan Alaeddin Eretna’nın oğlu Cafer Bey zamanında (M.1386) Seyit Halil’in oğlu Seyit İsa, kurulan vakfın kurucusu imiş. Dediğim gibi bu konudaki her türlü ayrıntı internet sitesinde de yer alıyor. İlgililer ayrıntıları oradan öğrenebilirler.



Seyit Halil Türbesinin yaklaşık on metre kadar üst bölümde üzerinde “Evliya Paşa” yazan bir taş daha var. Yeşile boyanmış olan taşın üzerindeki ibare yeni yazı ile yazılmış.

Anlaşılan o ki, Karakaya kasabası bu yönüyle araştırmacılar tarafından ele alınacaktır. Lakin, Seyit Halil ile IV.Murat arasında geçen ve balık kerametini anlatan efsane bizim bölgemizde yaygın bir şekilde anlatılmaktadır. Kimi yerde bu kerameti Seyit Halil’in gösterdiği, kimi yerde Musa Şeyh’in gösterdiği anlatılır. Hatta, benzer motifler, yani IV.Murat’la ilgili efsaneler Bünyan’ın Elbaşı ve Akmescit beldelerinde de söylenir.

SULTANHANI GÜNDEN GÜNE ERİYOR

Bu bölgede her yıl ziyaret ettiğim yerlerden biri de Sultanhanı’dır. Her yıl Hacca gider gibi ziyaret ettiğim iki yerden birisidir burası. Diğeri Karatay kervansarayıdır. Sultanhanı, 13. yüzyıl Selçuklu eseridir ve bu bölgemizdeki en önemli tarihi yapılardan birisidir. Sultanhanı, maalesef şu an perişan vaziyettedir. Taşlardaki dökülmeler devam ettiği gibi, çörtenlerden akan suların taşları nasıl çürüttüğünü de gördüm.



Sultanhanının mescit bölümündeki dökülmeleri yukarıdaki fotoğraf daha iyi anlatıyor. Çünkü, geçmiş yıllarda yaptığım ziyaretlerde üst bölümdeki taşlar bu derece dökülmemişti. Ayrıca, hanın yükselen ayaklarındaki erime de tehlike çanlarının çoktan çalmakta olduğunu göstermeye yetiyor. Böyle önemli bir tarihi yapıya bir an evvel sahip çıkılacağını umuyorum. Lütfen, iş işten geçmeden bu işe el atılsın. Ayrıca, gerek Sultanhanı köyünde gerekse Karadayı köyünde yapıların bekçiliğini üstlenecek, gelene gidene kapısını açacak insanlara ihtiyaç vardır.



İĞDECİK KÖYÜ

İğdecik köyünde Kazım Türkmenoğlu ve Bilal Habeşi Taş ile beraberiz. Bu iki köy ileri geleni köy hakkında bilgiler verdiler. Kazım Türkmenoğlu’na köyün tarihini sorduğumda aslında bölgenin tarihini anlatır gibi “Buralara Türkmen köyleri denir. Civardaki İğdecik, Kahveci, Pir Ahmet, Koyun Abdal, Akışla, Gömürgen gibi yerler hep Türkmendir ve biz Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türkmenleriz” diyor. Köyün adının eskiden bölgede iğdenin bol yetişmesine bağlıyorlar ama halkın efsane kültürü de bu konuda boş durmamış. Onlar diyorlar ki, bu bölgeye yerleşen yerdi kardeş yedi köy kurmuşlar ve köyler isimleri onların özelliklerine göre almış.

Büyük kardeş Koyun Abdal, koyunculuk yaparmış.

Diğer kardeş pire gibi ufakmış köyünün adı Pir Ahmet olmuş.

Bir diğeri iğdeyi çok severmiş, köyünün adı İğdecik olmuş.

Bir diğeri kahveyi çok severmiş, köyünün adı kahveci olmuş

Böyle böyle yedi tane isim sıralanıyor. Tabii bu efsanenin doğru olması imkansız. Lakin ortada duran bir gerçek varsa o da bu köylerin Türkmen köyleri olmasıdır.

Köyün kuruluşunu 200-250 arasında olduğunu söylüyorlar ama hangi bölgeden buraya intikal ettiklerini unutmuşlar.

KOYUN ABDAL KASABASINDA KOYUN ABDAL’IN MEZARI VAR

Koyunabdal Kasabasında Koyun Abdal’ın mezarı başına geliyoruz. Halk burasını kutsal bir yer olarak çevrelemiş. Koyun Abdal’ın mezarının çevresinde diğer mezarlar da var ve buranın köyün eski mezarlığı olduğu anlaşılıyor. Köyün aksakallarından İbrahim Vural ile bir araya geliyoruz. Kendisi ilerlemiş yaşının verdiği olgunlukla ve okuduğu kitaplardan dolayı Koyun Abdal’ı biliyor. Koyun Abdal, 16. yüzyılın halk şairlerinden biridir. Koyun Abdal’ın elimizde sadece bir şiiri vardır ve diğer şiirleri maalesef bugüne intikal etmemiştir.

Alevi Bektaşi kültürünün bölgemizdeki halkasını oluşturan Koyun Abdal’ın “Kalender” üzerine yazdığı şiirden bir dörtlük, biraz farklı da olsa alınmış ve mezar taşına işlenmiş.



İbrahim Vural Amca’ya Kalender’in kim olduğunu soruyorum. O da “Hoca Ahmet Yesevi’nin adamlarından biridir.” diyor. Koyun Abdal şiirinde “Seni Şaha gider derler / Gel gitme güzel Kalender” diyor, öyleyse bu şiirde geçen Şah kimdir, diye soruyorum. İbrahim Vural Amca “şah, Hoca Ahmet Yesevi’dir” diyor. Anlaşılan o ki, halk muhayyilesi birçok tarihi olayı zamanla unutuyor. Lakin, unutmadıkları da önemli tabii ki… Onlara göre, Hacı Bektaş’ı, Yunus Emre’yi, Abdal Musa’yı, Pir Sultan Abdal’ı ve daha nicelerini Anadolu’ya gönderen hep Hoca Ahmet Yesevi’dir. Soruyorum, Hoca Ahmet Yesevi, Anadolu’ya bu adamları niye göndermiş? Cevap ilginç. “O vakitler, Türkleri köylere, kasabalara kabul etmiyorlarmış, o yüzden bu evliyaları göndermiş ki Türkmenler Anadolu’nun köylerine, kasabalarına yerleşsinler diye. Ben, halkın bu tür sözlerini ilmi hakikatler kadar değerli buluyorum. Belki de ilmi hakikatler de onların söyledikleri şeylerdir. Bir halk, kendini nasıl anlıyor ve yorumluyorsa gerçek odur bence.

KARACAÖREN

Koyunabdal kasabası dönüşünde Karacaören köyüne uğrak veriyoruz. Burada bize köyün kiliseden döndürülen camiini gösteriyorlar. Köy, önceden eski bir Rum köyü iken mübadeleden sonra Balkanlardan Türkler köye yerleştirilmiş. Biliyorsunuz, Anadolu’daki Türkmenler Ege bölgesine ve Rumeli’ye göçtükleri zaman “Yörük” adını aldılar. Karacaören’deki Türkler de aslında Anadolu’nun bir parçası idiler ve Balkanlarda fetih gerçekleştirilip de Paşaeli Sancağı kurulunca Rumeli’ye hareket ettiler. Balkanlarda evlad-ı fatihan dediğimiz Rumeli Yörüklerinin İslamiyet’i yaymak konusunda ne kadar büyük bir başarı elde ettiklerini Balkan Coğrafyasını gezen herkes çok iyi bilir.



Karacaören köyünde eski kilisenin çan kulesinin yanında caminin minaresi yükseliyor. Çan kulesinin altında eski tahta bir kapı var. Çok sağlam gözüken bu kapı, demirle de perçinlenmiş. Çocuklar, kapının arkasında Rumca bazı yazılar olduğunu söylediler. Bu yazının da fotoğrafını çektim. Evde biraz incelediğim zaman yazının Rum harfleriyle Türkçe yazıldığını gördüm. Anadolu’da bu tür yazılar önceden beri biliniyor ve Rum harfleriyle yazılan bu Türkçeye Karamanlıca deniyor. Kapının arkasındaki yazı da Türkçedir ve aynen şöyledir: “Bu kapı, Hamidiye kazasından Deli Mihal tarafından Allah rızası için yapıldı.”

MUSA ŞEYH KÖYÜNDE MUSA ŞEYH TÜRBESİ

Musa Şeyh köyü, Bünyan’a yakın köylerden birisidir ve köyde birkaç aile dışında kimse kalmamıştır. Köy halkının büyük bölümü Bünyan ilçesine yerleşmiştir. Köyün ileri gelenlerinden Hacı Mustafa Sarıkaya bizlere Musa Şeyh hakkında bilgi verdi. 1931 doğumlu olan Mustafa Sarıkaya, Musa Şeyh ile ilgili eski yazılı belgeler olduğunu, bunun da Bünyanlı Sadiler sülalesinden Lütfi Önsoy ve Rifat Önsoy’a okutulması için verildiğini söyledi. Lütfi Önsoy, Ankara’da DPT’de görev yapmıştı; Rifat Bey, Hacettepe Üniversitesi Tarih bölümünde bölüm başkanlığı ve dekanlık yapmıştı. Her ikisi de vefat ettiği için bu belgelerin ahvalinin nice olduğunu bilemediklerini söylüyor.



Türbede bir hanım, bir erkek mezarı var. Sarıkaya, bu mezarlardan birinin Musa Şeyh’e, diğerinin ise eşine ait olduğunu söylüyor.

Sarıkaya’nın Musa Şeyh için anlattığı efsane ise Karakaya köyünde Seyit Halil Devletlü ile ilgili anlatılan efsanenin aynısıdır. Sultan IV.Murat’ın Bağdat seferine giderken bu havaliden geçer. Musa Şeyh’in adını duyarak yanına çağırttır. Askerlerin davetine icabet etmeyen şeyhin zincire vurularak yanına getirilmesini emreder padişah. Lakin askerlerin elindeki zincir, bir ejdere dönüşünce askerler korkarlar. Şeyh, kendi arzusu ile padişahın huzuruna varır. Padişah, ondan bir keramet ister ve ısrarcı olur. Şeyh de nasıl bir keramet istiyorsa tercihi padişaha bırakmıştır. Padişah, canının balık istediğini söyler. Civarda Tuz Gölü dışında göl yoktur ve orada da zaten balık olmaz. Şeyh Musa, kerametini gösterir ve Sultanhanında konaklayan padişaha tatlı su balığı ikram eder. Bu duruma sevinen sultan, Musa Şeyh’e büyük bir arazi bağışlar ve oranın gelirinden de kendisini muaf tutar.

Bu efsanenin Karakaya rivayetinde farklı bir ayrıntı vardır. Karakaya’da anlatıldığına göre, sultan Seyit Halil’den manevi olarak sefere katılmasını ister. Seyit Halil de savaşta öldürdüğü askerlerin boğazlarından arpa kılçığı çıkacağını beyan eder. Elindeki arpa kılçıklarını rüzgara karşı savurur. Sultan, Bağdat’ın fethinde öldürülen askerlerin boğazından bu arpa kılçıklarının kıtçığını hayretler içinde görür.

TAHIL VE HAYVAN DEPOSU



Bu bölgedeki Türkmenlerin yıllardır en iyi yaptıkları iş tarım ve hayvancılık olmuştur. Gerçi son yıllarda hayvancılık alanında önemli kayıplar yaşanmakla birlikte tarım sektörü bütün canlılığını koruyor. Biz de Musa Şeyh köyünü geçince bir koyun sürüsü ve çobanı ile karşılaştık. Selamlaştık. Hayvanlara duyduğumuz özlemi giderdik. Türk halkını yıllar öncesinden gelen bir sözü aklıma geldi: “Çift ile koyun, geri yanı oyun.”

Palas’tan Çoban Mehmet, cep telefonumu aldı ve “seni mutlaka koyunların kuzuladıkları zaman çağıracağım” diyordu. Detaylar önemli değil ama ben bu insanlardaki sevgiye hayranım. Karşılıksız bir sevgi bu. Ben inanıyorum ki dağlarda koyunlarla, köpekleriyle, kurtlarla yalnız kalmış bu insanlar ve bana göre Allah’a da yakın olmuşlar. Tabiatı sevmeyen, hayvanları, çiçekleri, otları sevmeyen, insanları sevebilir mi? Çobanını, kuzusunu, koyununu; buğdayını, başağını; arpasını, buğdayını, pancarını; köylüsünü, kentlisini, kasabalısını sevmeyen bu vatanı gerçekten sevebilir mi?

Yorumlar