Kayseri’nin Kâbe’si…




Kayseri’nin fethinde Danişmentli soyunun önemi çok büyüktür. Anadolu’nun vatan olmasında onların oynadıkları rol tahminlerin çok ötesindedir. Kayseri’de Camii Kebir’i inşa ettiren Melik Mehmet Gazi, Danişmentlilerin hükümdarlarındandır , bu camiin kıble tarafındaki türbesinde ebedi istirahatgahındadır. Melik Emir Gazi de aynı şekilde Danişmentlilere hükümdarlık yapmıştır ve onun da türbesi Pınarbaşı ilçemizin Melikgazi köyündedir. Kayseri’nin Danişmentli ailesi için çok önemli olduğunu düşünmek yanlış olmaz. İki hükümdarın türbesi bu şehirdedir. Danişmentli soyundan birçok şahsın bu topraklarda vefat ettiğini de biliyoruz.

Kayseri’nin çekirdeğini oluşturan Danişmentli ailesidir. Sonra da Selçuklular, Danişmentliler gibi Türkmen soyundan geliyorlar. Danişmentli ve Selçuklu adları aile unvanlarıdır. İçlerinde Oğuz boylarının hemen hemen tamamının bulunduğunu biliyoruz.
KAYSERİ’DE İLK ESERLERDEN: CAMİİ KEBİR
Kayseri’de kitabesi bulunan ilk Türk eserinin Hastane caddesindeki Hasbek Kadı Kümbeti / Mesut Gülzâr Şehitliği (M.1184/M.1185) olduğu kabul ediliyor ama Camii Kebir’in ondan çok daha eski bir yapı olduğunda sanat tarihçileri hem fikirdirler. Çünkü, Camii Kebir’i Melik Mehmet Gazi’nin yaptırdığı biliniyor. Melik Mehmet Gazi, M.1134-1143 yılları arasında Kayseri’yi Danişmentli Beyliğine başşehir yapınca Ulu Camii yaptırmış. (Bu camiye önceleri Sultan Camii denirken, sonra Ulu Camii ve Camii Kebir denmeye başlanmıştır.) Bu camiin Melik Mehmet Gazi’nin hükümdarlık dönemi içerisinde (M.1134-1143) yapıldığı zannediliyor. Durum böyle olunca Kayseri’deki ilk Türk eserlerinden biri olarak kabul etmek doğru olur. Melik Mehmet Gazi’nin vefat etmeden önce Kayseri Kalesi’nin surlarını da tamir ettirdiğini biliyoruz.
Camiin kıble tarafında bir de medrese varmış. Melik Mehmet Gazi’nin türbesi medresenin hücrelerinden birisinde imiş. Zamanla medrese yıkılmış ve Melik Mehmet Gazi’nin yattığı o tek hücre ayakta kalmış.
M. 1205/1206 yılında ise Camii Kebir’i Selçuklu Hükümdarı I. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında, o devrin emirlerinden olan Yağıbasanoğlu Muzaffereddin Mahmut tamir ettirmiş. Camiin kuzeye bakan duvarında sülüs yazı ile bu durumu anlatan bir kitabe vardır. Yağıbasanoğlu Muzaffeddin Mahmut’un kızı Atsız Elti Hatun da 1211 yılında yine Danişmentli eserlerinden olan Gülük Camiini tamir ettirmişti. Bu durumu anlatan bir kitabe de bu camide mevcuttur. Kayseri’de o dönemde bir büyük deprem olduğunu ve Danişmentli eserlerinin birçoğunun yıkıldığını veya tahrip olduğunu, Selçukluların da bunları tamir ettirdikleri anlaşılıyor. Bu yüzden yapılışlarındaki kitabeler günümüze ulaşmamıştır ama tamir kitabeleri mevcuttur.
18. yüzyılın başlarında Kayseri’de bir büyük deprem daha olunca Camii Kebir, büyük hasar görmüş ve M. 1722-1723 yılında bu kez Matbah ve Sur Emini Halil Efendi tarafından camii tekrar imar ettirilmiştir.
MİNBERİ, MİHRABI VE ROMAN SÜTUNLARI
Camii dikdörtgen planlı ve 42 kemer ayağına dayandırılmış. İki kubbesi var. Çatısı ahşap ve taş kaplamalı. Minaresi ise Selçuklu tarzı olarak tuğladan yapılmıştır ki bölgemizdeki tek örnektir. Ahşap olan minberi tamir görmüş olmasına rağmen mükemmel bir yapıdır. Hunat Camiinin minberi gibi dönemin ahşap sanatında yakaladığı ihtişamı yansıtır. Mihrabı ise sonradan yapılmış. Gülük Camiinin mihrabından esinlenerek devrin özelliklerini yansıtması amacıyla mermerden yeniden inşa edilmiş. Camiin bir özelliği de, içerisinde Roma veya Bizans döneminden kalma sütunların bulunmasıdır. Bu sütunlar buraya nasıl, ne zaman ve nereden getirildi, hiçbir bilgiye sahip değiliz. Acaba, ilk kez inşa edilirken burada bir kilise vardı da onun sütunları mıydı bunlar, hiçbir kayıt elimizde yoktur.
KAYSERİ’NİN KABESİ
Camii Kebirde yaşlı bir amca “Burası Kayseri’nin Kabesi gibidir” demişti. Çok duygulandım. Aslında bu söz, Kayserilinin gözünde bu camiinin durumunu nasıl da güzel özetliyor. Buna halk tefekkürü denmez de ne denir? “Zemzeminiz nerede?” diye espri yapayım diyorum ama cevap ciddi ciddi geliyor. “Aha şurası!” diyor. Şaşırıyorum. Meğerse Ulu Caminin girişinden birkaç metre solda eski bir kuyu varmış. Daha sonra bu kuyu kapatılmış. Halının altından bu kuyunun kapağı hâlâ fark ediliyor.
ULU CAMİDEKİ YEDİ TUĞLA
Efsaneye göre Ulu Camii yapılırken Sultan: “Bu benim hayrım olacak, kimseden bir şey kabul etmeyin” diye bir emir vermiş. Yaşlı ve fakir bir kadın camiin yapıldığını görünce, kendisinin de bir katkısı olsun diye yedi tane tuğla ile bir küğlek yoğurt alıp getirmiş. Ustalar aldıkları emir gereği tuğlaları kabul etmemişler. O gün sultanın rüyasına giren bir evliya, bu durumdan sultanın malum olmasını sağlamış ve bu kadının hayrını kabul etmesini sultandan istemiş. Kan ter içinde uyanan sultan, hemen kadını buldurmuş ve tuğlalar camiye konmuş. Aslında taş bir yapı olmasına rağmen camide yedi tane de tuğlanın bulunduğunu ifade ediyorlar. Bu tuğlalardan birinin üzeri kazılı bırakılmış ki gelenler tuğlanın hikayesini merak edip öğrensinler diye.
YEDİ EVLİYA
Bir zât, bir gün Ulu Camide namaz kılarken aklından “Acaba namaz kılanlar arasında bir evliya var mı?” diye geçiriyormuş. Bu sırada yanındaki biri koluna dokunmuş ve “Seninle beraber aynı safta yedi kişiyiz” demiş. Adam bu sözü duyunca heyecanlanmış ve aynı zamanda evliyalar arasında kendi adı da geçtiği için sevinmiş. Selam verince bu muhteremi bir göreyim, demiş. Selam verip yanına baksa ki kimseler yok. Bu efsaneyi anlatanlar, sözü şöyle bağlıyorlar: “Bu camiin velîsi de, delisi de hiç eksik olmaz.”
RUHLARINA FATİHA…
Allah, Melik Mehmet Gazi’ye neler nasip etmiş böyle. Kendi yaptırdığı camiinin yanı başına gömülmüş. Onun soyundan gelen birçok güzel insan, bu camiin ayakta kalması için her şeyi yapmışlar ve bu nasibe ortak olmuşlar. Dile kolay, 850 seneyi çoktan geçmiş bir ecdat yadigarı hemen yanı başımızda duruyor. Bütün ecdâdın ruhlarına fatiha…

S.Burhanettin AKBAŞ

Yorumlar