Türk veya uçurum üzerinde aklını kaçırmak

Zihnin karanlıktaysa,
Kalbinin emriyle davran.


... aşağıda ve azacık sol tarafta çıkıntı gözüküyordu: kötü hava durumlarıyla cilalanmış küçücük bir kaya parçasıydı bu, tek blok duvardan çıkıyordu ve ona ulaşmak denenebilirdi ... uzanarak... ayaq ucuyla da olsa bile... ama tüm bunların bir anlamı yoktu, çünkü bundan sonrası yine tam pürüssüzdü.

Ne aşağılık bir durum, - diye o düşündü. - Aşağıya yol yok.

O, bakışlarıyla eteğe kadar olan mesafeyi ölçmeyi denedi, ama bunu bile yapma gücünün olmadığını anladı... hemen başı dönmeye başladı. Uçurum sanki onu emiyordu: gözlerinden başlayarak... onlar orada, uzakta aşağıdaki taşlara tutunuyorlardı... sonra onun dirençli ve korkudan bağırmaya hazır bedenini arkalarından çekmeğe başlıyorlardı.

Artık o, yukarıya bakmayı bırakmıştı, zira şu anda onun oturduğu şu daracık çıkıntı üzerinde kendisini ayağa kalkıp doğrulmaya zorlayacak hiçbir gücün olmadığını kesin biliyordu.

"aşağıya yol yok – yukarıya da... aşağı yol yok – yukarıya da... aşağıya yol yok" ...

-Dur! - o, kendini kesti. - Hayır, bu, olamaz! Ne olursa olsun, ama bu, olamaz! Ne panik, ne de çılgınlık! Ne kadar ki, aklım başımda – hayattayım... hayatta olduğum sürece ümit edilebilir. Belki beni bulurlar... belki de ben kendim bir şekilde gücümü toplarım... düşüncelerimi bir araya getiririm... kararlılığımı arttırırım...

Ancak, neredeyse kendini buna tam ikna ettiği bir anda o, bir anlığına bunun için yukarıya tırmanma veya aşağıya sürünme zorunda olduğunu gözleri önüne getirince tüm içini buz kabuğu sardı.

Bedeni küçücük, mikroskobik titremeye vurmaya başladı... sadece bedeni değil... derisi de değil... tam anlamıyla tüm bedenindeki tüyler titreşime geçti.

"Ben neden titriyorum? - diye dikkatini dağıtmak için kendi kendine sordu; - "Galiba, soğuktan.".

"Belki korkudan bağırmammı gerekiyor? Veya çığlık atayım... yahut ta dehşetten feryadu figan edeyim? Veya depresyondan uluyayımmı? - diye o, ümitsizliğe mahkum ironiyle dış dünyadan iç dünyaya... kendi Evine olan zihinsel kaçışına devam ediyordu.

O, hem bunu, hem de şunu denedi; ancak onun garip bir şekilde seslenen ve hatta yankı bile vermeyen ve anında boşluk alan tarafından yutulan tenha sesi kendisini daha çok korkuttu ve içsel olarak sıkılmaya ve Ev'deki zaten daraltılmış serbest alanın azalıp küçülmesine zorladı.

O, duvarın taşına sırtıyla daha çok bükülüp yapıştı ve ayaklarını çekerek uçuruma yarım sallama şekline döndermeği denedi. Aşağıdan yükselen rüzgar onları sallıyordu ve etraftan bakınca öyle geliyordu ki, devasa bir duvarın ortasında oturan kişi ayaklarını sallıyordu.

... sol el sol taraftan kayanın ufacık çıkıntısına tutunuyordu ve onun durumu daha kötüydü, çünkü o, onu montunun cebine sokup ısıtamıyordu...

O, kafasını çevirerek harcanan güç ve soğuktan beyazlamış ve taş parçasına sarılmış parmaklarına göz atıyor ve "dayan... dayan..." diyerek onları ikna etmeğe çalışıyordu; "Aferin sana... pek az kişi buna dayanabilir!? ... biraz daha dayan! ... yoksa, hepimiz ölürüz.

O, ısınmış ve yorgun-bitkin bir şekilde uyumuş sağ elinin sağ cebinde değişik bir şekilde uyandığı ve çizik-çizik olmuş parmaklarını kıpırdattığı deneyimini yaşadı.

"Sana da aferin", - diyerek onu sakinleştirmeye koyuldu. Tırmanma zamanı onun kendisini dengede nasıl tutabildiğini hiç unutmamıştı. "Sizin ikinize de aferin! Size hayatımı borçluyum... ancak siz hepiniz bizim tek bir bütün olduğumuzu ve bir birimizden ayrı olamayacağımızı anlamanız gerekiyor."

"Ben kendi ellerimle konuşuyorum!", diye o, kendisini yakaladı ve yalnız düşüncesiyle zihninde gülümsedi, zira yüz adaleleri oralı değildi ve duygulara uzaktı. "Sonra ben ayaklarımla sohbet etmeğe başlarım, böylece kendi diğer ayrıntılarla..."

Orada Evin içerisinde birisi kahkaha atmaya başladı ve hızlı bir şekilde insanın kendi uzuvları ve öğeleriyle sohbet etmesine dair muhteşem komik sahnelerin çizimine ve renklendirilmesine başladı... hemen zamanın rüzgarıyla param parça hale gelmiş yelkenli gemiler yüzüp geldiler, onların izleri halen anekdotlarda, fıkralardadır... ama Evin sahibi ona Ayakların kendisinden Ellere yapıldığı gibi saygı ve dikkat beklediğini ima etti... o zaman o, onları sakinleştirmeğe başladı ve kan dolaşımını restore etmek için yanları üzerine dönmeye gayret ediyordu.

"Ne garip, -diye kendi kendine söylendi. - Ben bu dağı lanetliyorum, ama aynı zamanda bu çıkıntı ve küçücük taş parçası için dua etmeğe hazırım, zira onlar şu anda beni taşımakta ve evet, onlar, onun parçalarıdır."

"Ben burada uzun süre dayanamam", - diye o, sakin ve meşgul bir şekilde özetledi.

... daş ondan ısıyı emiyordu ve o, tamamen soğuktan pıhtılaşmış bir şekilde el ve ayak parmaklarını kıpırdatmak istedi, zira kan dolaşımını onarmak ve birazcık ısınmak gerekiyordu...

... çok soğuktu...

... Soğuk ve Karanlık...

... ısı getirmeğen bir ışık ...

Geceleğin kendisine Zaman'ın keskin kemiklerini öğütüp kıran ağır değirmen taşları gibi görünen düşünceler, aniden kanatlanarak düşler dünyasında uçuşmaya başladılar; onlar sanki birer arı gibi kendi çiçeğini – arzusunu seçiyordu ve tıpkı onlardan ısıyı emiyorlardı... ısının kendisini değil, basit bir Isı'dan daha çok güçlü olanı... umutu ve barışı, sakinliği.

O, taşlaşmıştı... o, Taş'ın bir parçası olmuştu ve ara sıra zihinsel olarak kendisine görünen şekliyle gıcırtı ile kafasını çeviriyordu; sol elinin ne durumda olduğuna bir göz atmak için...

... arısal düşüncelerden birisi uçarak Ev'e yaklaşı ve hışırdadı...

"İyi ki, oğlunu da beraberinde getirmemişsin"...

Ancak o, hemen onu kovdu, çünkü onu dinlemek kendisini dehşete kaptırtıyordu.

... o, artık aşağıya sakin bir şekilde bakmayı öğrenmişti... o, artık sol elin dayanamayacağından korkmuyordu: o, artık adeta taş haline gelmişti. Bir vakit ona öyle geldi ki, o, aşağıda çok uzaklarda vadide dolaşan insanları görüyor, ama bu, artık onu ilgilendirmiyordu. O, gözlerini çekti: insanlar taş krallığı sükunetini bozuyordu ve onun Ebedilik ve Arılarla olan sohbetine engel oluyorlardı.

Gece yağmur bastırdı... küçük ve cızırtılı kaşındıran. O, ne olursa olsun gözlerini kapatmanın yasak olduğunu düşündü: hemen uykuya dalacak, ve o yüzden ağır taşlaşmış bakışla direkt önündeki karanlığa bakıyordu, oradan esmekte olan rüzgar desteler halinde yüzüne cızırtılı damlalar atıyordu. Arılar ise, çiçek açan çayırlar üzerinde kanat çırpmaya devam ediyorlardı, sanki onların yağmurdan haberleri yoktu.

Bedeni artık titreşimden çıktı... o, sanki, kendisini kuşatan rutubet ve karanlıkta erimişti. Ağzını açarak o, kurumuş dili ile nemi yakalamayı umut etti, ancak boğazına sadece yakısı soğuk hava kesimi doldu; onunla oynamakta olan damlalar ise, daşlaşmış ve duyumsuzlaşmış yanak ve gözleri vurmaya devam ediyorlardı.

O, küçüldü... tamamen minnacık oldu... o, kendi içine kapandı ve merakla rüzgar ve yağmurun onun derisi üzerinde nasıl kabadayılık ettiğini izliyordu... onların nasıl kendisine ulaşmak istediklerini ve aciz öfkeyle nasıl geri çekildiklerini. Sonra o, sol elinin ne durumda olduğuna bir daha bakmak istedi... komut verdi ve kafası, yavaşca ve ihtişamla, heybetle, çevrildi, adeta eski, paslanmış ama hala canlı olan bir tankın kulesi gibi... gözlerinin ucuyla bir göz attı... o anda oğlunu gördü.

O, duvardaki derin olmayan bir nişte uzanıyordu... tam da sol elin bileğinin altında... arkası ona... kıvrılmış halde... ve yatıyordu. Çocuğu uçurumdan ayıran mesafeyi milimine kadar tayin ettiğini tasavvur ettiği an onu sıcak bastı.

"Sakin", kendisiyle konuşmaya başladı, "Bir dakika"...

Oğlanı uyandırmamak için olabildiğince dikkatlice ve tedbirle aynı zamanda ayaklarını sağa uzatarak sola taraf kımıldamaya başladı, ve, sol elini sonunda kayadan ayırabildiği anda, o, bir saniye için koyu derinliğin üzerinde denge kurmaya çalıştı, o, Ebedilik Karanlığı'nın onu kendisine nasıl çektiğini hissediyordu.

...sonra sağ yanına kıvrılıp uzanarak yüzüyle soğuk nem duvara yapıştı... diziyle daha önce eliyle tutunduğu çıkıntıya dayandı. Şimdi, eğer çocuk uykudayken seğirse bile, onunla Ölüm arasında duracak olan oydu, onun babası.

Her biri kendi çiçeğini severek beğenmiş Düşenceler – Arılar birlikte uçuşmaya başladılar ve sonunda, uğuldayan rahatsız bir yumak oluşturdular.

"Ne yapacağız?" diye bir Arı sordu.

"Oğlanı emniyete almak gerekir.", diye Roy yanıtladı.

Bıçak gerekiyordu... yada ona benzer başka bir şey... keskin olan bir şey. O, özenle ceplerini kurcalamaya başladı, bu zaman arkasından sanki bir derinlik ve tehlikeli bir durum seziyordu. Hiçbir şey... bu yüzden onun hareketleri çok özenli ve ağırdı.

Cebinde paradan başka bir şey yoktu ve o, uçurumun üzerinde elini açtı.

O, aniden montunun sonunda uzunca metal parçası bulunan fermuarını hatırladı ve eliyle dokunarak onu koparmaya çalıştı... ama bunu bir türlü yapamıyordu.

Ona öyle geldi ki, çocuk kıpırdadı.

"Sakın uyanma", diye o, korkuyla düşündü ve büyük zorlukla kuruyarak yapışmış vaziyyetde olan dudaklarını ayırarak asgari duyulabilecek bir seviyede çocuğu uyandırmamak için ona aklına gelen ilk kelimeleri şarkı biçiminde okumaya başladı.

"Uyu çocuğum... uyu, bebek," diye o, zorlukla duyulabilen bir şekilde hırıltıyla sesleniyordu, hummalı bir şekilde herhangibir ninniyi hatırlamaya çalışıyordu.

Bu arada onun eli bir yolunu bulup sonunda montun fermuarına ulaşmayı başardı ve fermuarı sonuna kadar uzatarak tutacağını kopardı. Onu büyük ve işaret parmaklarıyla sıkıcı tutarak küçuk parmağını duvarda gezdirerek bir çatlak buldu ve onu tırmalamaya başladı.

O, ayağa kalkamadı, sırtı üzerine dönemedi, yüzünü duvardan ayıramadı ki, kendi emeğinin semeresini görsün diye... ama uyuşmuş parmaklar onun gözlerine dönüştü, ZİRA BÖYLE OLMASI GEREKİYORDU! Artık o, bu monolit duvarın her bir çatlağının özelliklerini değerlendirebiliyordu; bu duvar onun dünyasını iki anlaşılan ve şımarık kavrama ayırmaktaydı... dünyanın iki ucu... HAYAT VE ÖLÜM.

Galiba o, bir kaç defe kendinden geçmişti, çünkü demir parçasını düşürerek kaybediyordu ve korkudan ölecek bir durumda onu arayıp bulmak için kendi etrafında arayışlarda bulunuyordu.

O, biliyordu ki, onun parmaklarını aniden saran sıcaklık bizzat onun kendisinin halen sıcak olan ve çizilmiş parmaklarından akan kanıydı... nitekim demir parçası da ıslak ve kaygan olmuşdu.

O, kendini başarı sebebiyle kutladı: çünkü o, duvardan bir kaç küçük taş parçası koparmayı başarmıştı ve duvardan biraz daha büyük çapta taş parçasını neredeyse aşağıya uçma sınırında koparabildiğinde az kalsın sevinçten çığlık atacaktı...

Bazen hava aydınlanıyordu, sonra tekrar kararıyordu... galiba gündüz geceyle yer değişiyordu, ama onun gözleri artık yüzünden bir santim mesafede bulunan duvar üzerindeki çizgi mozaiğinden ayrılamıyordu... gözleri artık kaymaya başladı ve içinde kahkalar atmaya başladı: o, kendisinin dışarıdan nasıl gözüktüğünü düşünmeğe başladı.

... ve tüm bu zaman zarfında o, ninni söylüyordu... korkulu, uzun, garip ve kendisine çocuk ninnisi gibi gelen tüm şeyler çok hırıltılıydı, çoğu zaman kendini tekrarlayarak oğlunu uyanmayıp mutlu rüyalar görmesi için yalvaran kelimeler... uyumak ve uyanmamak için... her şey "iyi" olana kadar. Bu "iyi"nin geleceği konusunda onun kuşkusu yoktu... bunun için artık onun gücü yoktu.

O, yeteri kadar geniş ve derin derinlik yaptığı zaman kendisinin taşlaşmış ve söz dinlemez bedeninin tümünü onun içine çekti... ve bu işlem çok, ama çok uzun bir süreydi. Sonra, sonsuz özenle, ince bir şekilde ninniyi hırıldayarak oğlunun sarılmış olduğu kumaştan dişleriyle tutmak suretiyle ve kendisine kan sebebiyle geride kalmış eliyle yardım ederek onu da sığınağa çekerek soktu.

O montunu çıkarıp onunla çocuğu sardı ve onun hareketini zorlaştırmak için ceplerini taş parçalarıyla önceden doldurdu... sonra gömleğini çıkardı ve dişleriyle onu şeritler halinde parçalayarak ip ördü ve oğlunun bulunduğu koliyi taş çıkıntıya bağladı.

Bir saniyelik olarak o, kendisinin bulunmadığı bir anda oğlunun uyandığını ve karanlık ve yalnızlıktan korktuğunu düşündü. Bu, öyle korkunçtu ki, o, ölümüne hasretten az kalsın ah-vahla inleyecekti ve son günler zarfında ilk defa ağladı, boğuk, ağlamaklı bir sesle okuyordu, göz yaşlarını onların acılığından gözlerini kısarak yutuyordu...

-Önemli değil, - diye o, kendi kendine söylüyordu., - Ama, o yaşayacak... demek ki, acele...

Sonra o, itina ile el ve ayaklarını ovuşturdu ki, onlar hiç değilse bir azacık söz dinlesinler... nişten dışarı süründü... avuçlarıyla duvara yapışarak ayağa kalkmaya başladı ve sonunda dik durdu... elini kaldırarak o, sonunda daha önce göremediği çıkıntıyı aradı... uzandı ve diğerini aramaya başladı...

Yıldızlar artık bir birilerine göz kırpmayı ve sohbet etmeyi bıraktılar ve o, onlardan tepeye ne kadar mesafe olduğunu ve çocuğun nasıl olduğunu soruyordu, ama onlar değil, Rüzgar yanıt veriyordu... o, mağaraya uçtu ve geri dönerken çocuğun iyi durumda olduğunu fısıldıyordu... oğlan uyuyordu ve her şey güzel olacak...

Onu, dağın daha düz öbür tarafından geçen yolda yakaladılar. O, neredeyse kırılacak durumda olan ayakları üzerinde topallıyordu, ellerini tıpkı kör gibi öne açmıştı, engelleri fark etmiyordu, düşüyordu, kalkıyordu, toz içerisinde sürünüyordu ve sessiz bir şekilde bir şeyler bağırıyordu.

Şehirden çağrılmış dağcılar mağarayı buldular; o, galiba orada kötü hava koşullarından korunuyordu ve ne sebebleyle montla sarılmış sırt çantasının sıkı bir şekilde taşa bağlandığını buldular.

***

Benim açıklayamadığım yeteri kadar garip bir ilişkidir; ama Kara Kaplan'ın davranışlarının nedenleri, sonuçları, motifleri ve itici güçleri bana tam da böyle gözükmektedir.

Altaf

Yorumlar