Hikaye Yarışması ve Çaya Düşen Gözyaşları

Türkiye Yazarlar Birliği Kayseri Şubesi Kayseri konulu bir hikaye yarışması düzenlemişti İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile Melikgazi Belediyesi işbirliği ile. Bu yarışmanın ödül töreni Melikgazi Belediyesi Tiyatro Salonunda yapıldı. Ben de böyle önemli bir etkinliği kaçırmayanlardanım.
Öncelikle hikaye yarışması yapma fikri çok hoş geldi bana. Çünkü, şiirde internet çıktı, mertlik bozuldu. Tam bir yağma ve talan dönemi yaşamaktayız. Hangi şiir kimindi, kim kimden neyi çaldı, işin içinden çıkılacak gibi değil. İnternete verdiğimiz bütün şiirlerden dolayı emin olun çok mustaribiz.

Hikaye ise düz yazı sanatlarının en önemli ayağıdır. Kıvrak yazılmış ve okuyucusunu da bulmuş hikaye gibisi yoktur. Okuyucu, hikaye kitaplarını daha sempatik bulur. Çünkü, roman gibi değildir. Bir roman okuyucunun kafasını sarmazsa, okuyucu romanı bırakır ama bir süre bekler, başka romana geçmez. Hikaye okuyucusu ise bir hikayeden çok mutlu olmasa bile aynı kitaptaki başka hikayeye aynı heyecanla sarılır hemen.
Hikaye okuyucusu, roman okuyucusu gibi sabırlı olmak zorundadır. Aslında hikaye yazmak, roman yazmaktan zordur.  Hikayenin kısa oluşuna aldananlar, beklediğini bulamayan hikaye okuyucusunun ne kadar gaddar olabileceğine şahit olurlar. O yüzden hikayeci, iyi konu seçmeye ve o konu üzerinde kıvraklık göstermeye mecburdur.
TYB Kayseri Şube Başkanı Ahmet İlhan Bey, yarışmaya katılan hikayelerin tamamını okuyup ayrı bir keyif almış. Diyor ki, okuduğum her hikayeden sonra, bu hikaye kesin birinci olur dedim. Ahmet Bey aslında çok haklı… Sanat eserlerinin yarışması olmaz. Olsa olsa yarışmayı bir teşvik olarak görmemiz gerekir. Hikayeciyi itebilecek ve ona yeni ufuklar açacak bir güçtür. Yoksa herkesin gönlünde başka bir aslanın yattığını öğrendiğimiz zamanlar çok eskilerde kaldı ve bugün de aynıyla vakidir.
Şehrimizden hikaye ve roman yazarları az yetişiyor. Daha doğrusu düz yazı fakiri gibiyiz. Etrafımız şairlerle örülüyken düzyazı yazanları daha çok arıyoruz haliyle. Durum böyle olunca hikaye türüyle ilgili bir yarışma iyi olmuştur.
Jüride bulunan Vedat Sağlam ve Bülent Gündoğan gibi dostlar, düzyazı alanında Kayserimizin yetiştirdiği değerlerdendir. Bülent Bey’in hikayeciğinin yanında şiir yönü de çok sağlamdır.
Şimdi gelelim yarışmanın sonuçlarına:
HİKAYE YARIŞMASI SONUÇLARI
GENEL YARIŞMACILAR İLK 10

Hamdi Gülen
Kılıç
Çaya düşen gözyaşları

*Ali Aslım
Akıncı
Kahraman Amele

*İbrahim ŞAŞMA
AZADE
Sahabiyenin Efsunlu Ekmekleri

Uygur ORHAN
Yılkı Atı
Yılkı Atları İle Dans

*Ali  aksu
kılıçaslan
Garip kuşlar

*Nihat MALKOÇ
ERCİYES-MNM
Parça bütünü Özler

*Çiğdem AKKAYA
Ra’d
Anne

*Merve BAYSA
Serinlik Mayhoşluğu
Saklambaç

*Nihat MALKOÇ
ERCİYES-MNM
Erciyes’ten Ziganaya

*Burhan ERDEM
Sessiz Şair
Kayseri’de Dört Mevsim Aşk




LİSELİLER İLK 10 YARIŞMACI



Eren ORHAN
Karayılan
Kağıt Helva   S.Yangın A.L.


Şeyma KARAGÖZ
Leylak
Kolsuz Efe     Yeşilhisar EML.


M. Safa BULUT
Meçhuldeki Gemi
Meçhuldeki Kayseri  Kılıçaslan L.


Aylin ÇAVDAR
Kırmızı Kalem
Yüzüme Yansıyan Merakın Simgesi Kayseri
Yeşilhisar EML.


Eren ORHAN
Karayılan
Makbule kız ve yarım kalan tablo S.Yangın AL.


Hamza ULUS
Geda
Umutsuz                        Fatih Karcı Lisesi


Şule MALÇOK
Ayışığı
Başka Olur Kayseri’de Sevdalar           Talas


Şifa ALTEMEL
Uğurböceği
Yedidağ çiçeği    akmescit kasabasıBünyanÇPL


Ahmet Fatih KANAL
kanal
Babamın hikayesi    Kadir Has AL.
*Elif Beyza EKER
Yusuf Tutan
Ben Yusuf Tutan Kuşu  Kilim Sosyal Bilimler L.

  
Bu güzel yarışmayı tertip eden TYB Kayseri Şubesini, Melikgazi Belediyesi ve İl Milli Eğitim Müdürlüğünü; yarışmaya katılan ve derece alan ya da alamayan bütün hikayecilerimizi canı gönülden kutluyorum.
Yarışmada büyükler dalında birinci olan “Çaya Düşen Gözyaşları” isimli hikaye ayrıca etkiledi. Değerli meslektaşım Hamdi Gülen’in bu hikayesinin konusu Zamantı’da geçiyordu. Eee biz de Zamantılı olduğumuzdan mı nedir, hikayeyi canla başla dinledik ve sonra da okuduk. Bir köpeğin yaşadığı dramatik hikaye, gerçek mekanlar verilerek anlatılıyor. Polat Dinlenme Tesisleri, Ekrek (Köprübaşı) gibi isimler bizim de çok iyi bildiğimiz coğrafi mekanlardır.
Neyse, TYB Kayseri Şubesinden dostlarımdan aldığın izinle bu güzel hikayeyi sizinle paylaşacağım. Hem de bütün Zamantılılara ve Zamantı denince akla gelen en önemli isim olan Mustafa Eraslan Beyefendiye armağan ederek…

ÇAYA DÜŞEN GÖZYAŞLARI /Hamdi GÜLEN
İki aydan beri Polat Dinlenme Tesisi’ne gelen bütün yolcuların en iyi dostlarından biri olmuştu çoban köpeği Köşker. Ona bu adı gurbete çıkınca memleketinin taşı toprağı; dağı ovası burnunda tüten bir kamyon şoförü yakıştırmıştı, orada bulunanlardan hiçbiri başka bir isim düşünmeyince öylece üzerinde kalıverdi Köşker’in. Nereden ne amaçla geldiği bilinmeyen bu asil duruşlu, iri yapılı, parlak tüylü, dost canlısı ve sevimli köpek, bir ailenin hayatına giren tatlı bir bebek gibi bir anda dinlenme tesisinin müdavimi oluvermiş, mola veren yorgun şoförlere ve diğer yolculara kırk türlü şaklabanlık yaparak kendini iyiden iyiye sevdirmişti. Hatta öyleleri vardı ki yolculuk planını yaparken, mesafe biraz da uzamasına rağmen güzergahını Köşker’i görebilmek üzere ayarlıyordu.
Bütün bu yaşanan dostluklar tesis sahibi Ruhi Beyi de mutlu ediyor, artık daha çok müşteri ağırlıyor, en önemlisi gelenler, adeta aileden biri olan Köşker sayesinde hep yüzlerinde gülümsemeyle ayrılıyorlardı. Üstelik bu yeni personelin hiçbir masrafı da yoktu. Köşker, lokantadan artan yemeklerle besleniyor, geceleri bir bekçi gibi etrafı kolaçan ediyor, üstelik rasgele atılmış boş su kaplarını bile iri keskin dişleriyle kavradığı gibi çöp kutusunun yolunu tutuyordu. Tesise girmek için sinyal lambasını yakan bir araç gördüğü anda ilk karşılamayı ben yapayım dercesine heyecanla öne çıkıyor ve iki kez tatlı tatlı havlayarak selamını veriyordu.
Yalnız, kamyonlar parka yönelirken bir tuhaf oluyordu bu candan dost. Araç durur durmaz bir hışımla tekerleklere doğru koşuyor, tekerleklerin hepsini ama hepsini patileriyle okşaya okşaya tek tek kokluyor, daha sonra şoförün yanına gelip onun uzun süredir pedala basmaktan yorgun düşen ayaklarına ve bacaklarına sevimli sevimli sürtünüyordu. Şoförler de bu ilginç karşılamayı tebessümle cevaplıyor, direksiyon tutmaktan nasırlaşmış elleriyle Köşker’in başını okşayarak ona sevgi diliyle adeta “hoş bulduk” diyorlardı.
                Bir pazar günü akşama doğru, tam on iki tekerleği olan demir yüklü bir kamyon, sol sinyalini vererek Polat Dinlenme Tesisi’ne doğru yöneldi.Tekerlekler, disklerini bir mengene gibi sıkan balatalara daha fazla direnç gösteremeyerek yavaşladılar ve gıcırtılar içinde  tozu dumana katarak dize geldiler. Bu arada birçok şoför ve yolcu lokantanın açık hava bölümünde yemeğini yerken, Köşker her zamanki gibi tekerlekleri koklamak üzere araca doğru koşmaya başladı. Tesis sahibi Ruhi Bey gülümseyerek ve sesini yükselterek:
“Dur oğlum Köşker! Yavaş, misafirimiz geliyor işte, bu acele niye! “ diye seslendi.

 Yemek sonrası çayını yudumlayan Salih Kaptan söze karıştı: “Köşker’in huyunu bilmez misin Ruhi Bey, onun tekerlek koklama sevdasını kim dindirebildi ki sen engel olacaksın?
Bu arada çoktan işine koyulmuş olan Köşker, sırasıyla önce ön, sonra da arka tekerlekleri bir bir koklamaya koyuldu. İşte tam bu sırada garip bir havlama sesiyle irkildi tesistekiler. O uysal, o havlaması bile bir şiiri andıran Köşker, hırçınlaşmış, adeta bir canavar gibi saldırganlaşmıştı. Hırıltılar çıkararak hışımla aracın etrafında dört dönüyor, üstelik ağzından salyalar bırakarak havlamayı aralıksız devam ettiriyordu. Tesistekilerin şaşkın bakışları içinde araç şoförü toprağa ilk adımını attı. Her zaman sevmek ve sevilmek üzere yaklaşan Köşker, bir çırpıda adamın baldırına yapıştı ve içindeki kini hırıltıyla besleyerek dişlerini kenetleyiverdi.
Hiç beklemediği bir saldırıya uğrayan araç kaptanı şaşkınlık ve korku içinde:
           - Hoşt, hoşt, Allah’ın belası ne oluyor sana! Bıraksana bacağımı, hey millet yardım edin ! diye bağırdı.
Acı içindeki adamın yardımına ilk Ruhi Bey, daha sonra da tesisteki diğer personel ve misafirler koştu. Adam canhıraş halde bacağını kurtarmaya çalışıyor, Ruhi Bey de ilk kez böyle bir durumla karşılaşmış olmanın şaşkınlığı içinde hem parlak tüylerinden yakaladığı Gabar’ı silkeliyor hem de karşısında bir insan varcasına:
”Yapma oğlum, ne olur yapma. Bıraksana, bırak diyorum sana.” diyerek adeta  yalvarıyordu. Bu arada elinde bir fırçayla tesis çalışanlarından Hikmet Efendi yetişti imdada. İki aydır kendi çocuğundan bile ayrı tutmadığı, hatta başkaları severken bile için için kıskandığı Köşker’in başına indirdi fırçanın sapını, vurdu sonra tekrar vurdu. Nihayet belki yedinci belki de sekizinci darbede sendeledi ve sızan kanın başında belirmeye başlamasıyla  birlikte sessiz sedasız yere yığıldı Köşker. 
           Beş altı saat sonra, tır sürücüsü Mehmet Kaptan hastaneden;  Köşker de veterinerden geri getirildi. Ruhi Bey, Mehmet Kaptan’dan özür üstüne özürler diliyor, Arada bir de: “Çok şükür Allah’ım, sana şükürler olsun ki Köşker kuduz değilmiş.” diye dua ediyordu.
Bacağına tam sekiz dikiş atılan Mehmet Kaptan sinir içerisinde:
“Allah kahretsin, nereden geldim bu lanet yere, bir daha yolum düşerse namert olayım.”diyerek beddualar savururken, yaşananların ezikliğini ta yüreğinde hisseden Ruhi Bey de; ‘Öyle deme Mehmet Kaptan, gadanalım öyle deme, olacağa çare bulunmaz, akacak kan damarda durmaz dememiş mi atalarımız?’ diye yutkuna yutkuna uzlaşı cümlelerini ard arda sıralıyordu.
Bu arada tesisteki görevlilerden biri  bu  sabıkalı çoban köpeğinin boynuna bir zincir geçirip sıkıca bağladı. Belki de hayatında ilk defa özgürlüğü engellenen Köşker, kendisinin güvensiz olarak düşünüldüğünü hissedince iki aydan beri dostluğunu ve sevgisini paylaştığı, yemeklerini yediği bu sevimli insanlara kırgın ve nemli gözlerle bakmaya başladı. Bir çoban köpeği ağlar mıydı? Basbayağı ağlıyordu işte, boncuk boncuk gözyaşları süzülüyordu göz pınarlarından. Dinlenme tesisine gelen yolcular da oradakiler gibi bu işe bir anlam veremiyorlar, hayretler içinde kalıyorlardı.
Gelenlerden biri:”Olacak şey değil, acaba ne oldu da Köşker bu hale geldi, Allah’tan çocuklarımızdan birine denk gelmedi, maazallah parçalardı.”dedi.
Böylece on beş gün daha geçti, artık herkesin gözünden ve gönlünden düşen Köşker, verilen yemekleri de yemiyor, hiç havlamıyor, tepki vermiyor ve adeta ölüm meleğinin kendisini çağırmasını bekliyordu. Aslında Köşker kadar Ruhi Bey, personeli ve misafirler de mutsuzdu son zamanlarda. Neşe kaynaklarını kaybeden müşteriler, eskisi kadar iştahlı yemek yemiyor, bir molada en az beş demli çayı deviren şoförler bile bir bardakta düğümleniyor, Köşkerli eski günleri hayal ederek  hüzünlü gözlerle eski dostlarına bakıp öylece ayrılıyorlardı.
O gün gün batımına doğru arkasında patozu olan bir traktör yanaştı Ruhi Beyin tesisine. Büyük bir gürültüyle çalışan motoru stop eden köylü, tozlu şapkasını temizlemek için kuluna vurmaktayken başını kaldırdı ve gözleri bir anda Köşker’in gözlerine değiverdi. On beş gündür hiçbir şeye tepki vermeyen Köşker irkildi bir anda. Gelen köylüye sevgisini hissettirmek için eskiden olduğu gibi iki kez havladı. Gerçi havlama da denilmezdi buna. Yavru bir köpek sesi çıkardı desek daha doğru olurdu. Öyle ya  on beş gündür sessizliğe gömülen Köşker neredeyse  havlamayı da unutmuştu.
-Vay Çomar, oğlum Çomar, demek buralardasın ha! Dedi traktörüyle gelen köylü. Biraz daha açılmış sesiyle “evet” dercesine hav hav diye cevap verdi Köşker. Yineledi hav havvv!
                Uzun zamandır Köşker’in sesine hasret kalan tesis çalışanları ve müşteriler şaşkınlık içerisinde  birbirlerine  baktılar, sevinmediler mi, sevindiler elbet. Hatta daha iki hafta önce onu tartaklamak zorunda kalan Hikmet Efendi, tutamadı kendini haykırdı: “Koçum benim aslan Köşker’im!
Bütün gözler bir anda Köşker’in yanına giderek onun başını okşamaya başlayan köylünün üstünde toplandı. Eski neşesine tekrar kavuşan Köşker, köylünün bacağına sürtünüyor, ellerini yalıyor, hatta göğsüne kadar zıplayıp yanaklarına dokunmaya çalışıyordu. Olup bitenleri sevinç içerisinde uzaktan gözlemleyen Ruhi Bey elini kaldırarak köylüye seslendi:
-              Hemşerim, gadanalim hele bir gel. Gel bir çayımızı iç.
Köylü, temmuz sıcağında toprak ve terin birleşmesiyle çamurlaşmış  yüzünü silerek olur anlamında başını salladı ve cevap verdi:
-              İşin gücün rastgelsin, geleyim.
Müşteriler önlerindeki yemeği ve çayları umursamadan sandalyesini kapıp, Ruhi Beyle köylünün oturduğu masaya yöneldi. Herkes Köşker’e  “Çomar” diyen ve onun tekrar eski haline gelmesini sağlayan bu adamı merak ediyordu. Sessizliği, tesis sahibi Ruhi Beyin: “Oğlum buraya çay gönderin!” demesi bozdu ilkin. Sonra ekledi:
- Hemşerim hele anlatıver bakayım, bu köpekle ilgili ne biliyon?
         Yaa! dedi köylü iç çekerek: ”Onun adı “Çomar”  bizim köyden komşum Çoban Süleyman’ın köpeğiydi. Enikliğinden beri bilirim.
- Sizin köy dediğin yer hemşerim?
- Ekrek köyü aşağı yukarı otuz beş kilometre buraya.
- Köprübaşı desene, iyi bilirim ana yol üzerinde güzel bir köy.

- He ya doğru bilirsin.
Bu arada iki personel tepsilerle çayları getirip dağıtmaya başladı. İlk bardağı alan köylü bir yudum çektikten sonra dudaklarını yalayarak:
- Hazin bir hikayesi var bu talihsiz köpeğin dedi. Yaklaşık iki buçuk ay önce goydu gitti köyümüzü. Açıkçası o günden beri sadece Çoban Süleyman’ın değil çoluk çocuk, kadın erkek bütün Ekrek’in tadı kaçtı.
Herkes kulak kesilmiş köylünün dudaklarından dökülecek sözleri merakla bekliyordu. İkinci yudumda bardağı yarıya indirdi köylü. Ardından anlatmaya devam etti:
           “ Bir gün kendisi kadar asil bir eş tuttu Çomar ve iki tatlı yavru dünyaya getirdiler. Yazık ki biri doğuştan özürlüydü ve sadece üç gün hayata tutunabildi. Diğerine “Sebil” adını verdi Çoban Süleyman.
                - Sesi titreyerek eee sonra! Diye ekledi Ruhi Bey.
                -  Sonra, az önce bahsettiğim hüzünlü hayat hikayeleri başladı bunların. Çoban Süleyman, aylık maaş karşılığı baktığı koyun sürüsünü Çomar’ın da yardımıyla her gün anayolun karşısındaki meraya otlatmaya götürürdü. Bir gün şirin yavrusu Sebil ve dişisi de arkasından gitmiş Çomar’ın. Sürüyü ana yoldan karşıya geçirmişler geçirmesine ama küçük Sebil arkada kalmış, Bu arada uzaktan hızla gelen kamyonu fark etmiş Çomar. O, yavaşlatabilmek düşüncesiyle kamyona doğru koşarken; Sebil’in annesi de var gücüyle yola fırlamış.
-              Allah’ım ne olur ölmesinler! Dedi müşterilerden biri ağlamaklı halde.
-              Yazık ki ölmüşler. Çomar’ın gözleri önünde ana kız tekerleklerin arasında can vermişler.
-              Oof  of! Vay talihsiz, vay kara bahtlı Köşker’im dedi Hikmet Efendi, kendi koydukları isimle hitap ederek.
-             
Orada bulunan herkes yürekleri buruk halde olup bitenleri dinliyor, bu arada dudaklarına yönelen çay bardaklarına kirpikleri aşmayı başaran gözyaşları, şıpır şıpır damlıyordu. Köylü anlatmaya devam etti:
- Yaşananları gören Çoban Süleyman dedi ki, kamyon şoförü bırak firene basmayı, ayağını gaz pedalından biraz çekseymiş kurtulacakmış Çomar’ın zavallı ailesi. Neyse Çoban Süleyman oracığa yolun kenarına gömmüş Sebil ve anasını koyun koyuna.
Hikmet Efendi anlatılanları dinlemeyi bırakarak sandalyesinden kalktı, içemediği çayını masaya bıraktı ve burnunu çekerek zincire vurulmuş Köşker’in yolunu tuttu. Misafirlerin bakışları arasında bir çırpıda boynundan çıkarıverdi zinciri. Artık adının Çomar veya Köşker olmasının bir anlamı yoktu. Ne de olsa o ailesinin acısını yüreğine gömmüş acılı bir babaydı. Sözü tekrar Ruhi Bey devam ettirdi.
                -Eşi ve yavrusu orda gömülüyse neden uzaklaştı köyden acaba?
- Valla aslında o olaydan sonra köyün içine bir daha adım atmadı. O zamana kadar sözünden hiç çıkmadığı sahibi Çoban Süleyman’ı da dinlemedi. Bir süre ailesinin gömülü olduğu yerde beklediğini duydum. Hatta o şoförü bulabilmek için yoldan geçen kamyonların peşinden koşup tekerleklerinde eşinin ve yavrusunun kokusunu aradığını söylediler. Ama binlerce kamyon var ortalıkta kimi nereden bulacak, köpek aklı işte!   
          -Bir anda irkildi Ruhi Bey, buldu, dedi, buldu. Hem de sabırla bekledi ve onu perişan eden şoförü buldu. Üstelik hesabını da gördü. Ardından kısık sesle: “Sana da iyi olmuş Mehmet Kaptan!” diye de ekledi. Bu sefer şaşırma sırası köylüye gelmişti. Ruhi Bey olup biten her şeyi bir bir anlattı, anlattı. Köylü güçlü ve metin gözükebilmek için birkaç kez kapadı gözlerini ama o da direnemedi bastıran gözyaşlarına. Ve o gün Polat Dinlenme Tesisi’ndekiler çaylarıyla birlikte gözyaşı da yudumladılar.
Rumuz: Kılıç / Hamdi GÜLEN

Yorumlar