HAYAT DENEN ŞEY

Lise ikinci sınıftayken Kızılay’ın öykü yarışmasına katılmıştım ve birinci oldum.  Hikayemin adı “Hayat Denen Şey” idi ve ben bu hikayeyi bir hatıra olarak saklamayı düşünürken ev taşıma işleri sırasında nasıl olduysa geçen yıllarda kaybettim. Benim için güzel bir hatıraydı ama bilgisayar ortamına taşımadığım için suçluyum elbette. Neyse…
Bu hikayeyi birinci olması için o zamanların meşhur Türk Filmlerindeki gibi acının dozajını artırarak yazmıştım. Yazdıklarımdan kendim de etkilendim. Hikayeyi okudukça ağladım, ağladım, ağladım. Halbuki tam bir kurguydu. Yani olayı ben icat etmiştim. Yine de acısı fazlaydı ve beni bile yerlere vurmuştu.
Hikayenin birinci olduğunu öğrendiğimde çok sevindim. Lise ikinci sınıftayım ve eli kalem tutan bir adamım. Bazı ulusal gazete ve dergilere yazılar göndermişim, yerel gazetelerde iyi kötü bir şeyler karalamakla meşgulüm. İşte tam o sırada liseli bir genç olarak hikaye ödülü alıyorum. Yani havam daha da değişti tabii ki…
Bana ödül olarak kitap verdiler, Kızılay’ın afişleri, broşürler falan vardı. Bir plaket ya da belge bile yoktu ama en azından verdikleri kitabın içine iki satır yazı yazmayı akıl etmişlerdi.
Ben birinciliğin mutluluğunu yaşamaya çalışırken müdür yardımcılarından birinin beni çağırdığını öğrendim. Eli öpülesi hocamın yanına vardığımda söylediği sözler karşısında şaşırdım.
-Oğlum, bu felaketi yaşayan senin ailense sana, akrabansa ona, her kimse söyle bu aileyi, biz onlara yardımcı olacağız.

Bir an nutkum tutuldu. Bizim hikaye adli bir vaka gibi ele alınmıştı. Yutkundum. Hocam, bu yutkunmadan yeni bir anlam çıkardı:
-Söyle, söyle… Gizleme bunu bizden. Emin ol, yardımcı olacağız.
Sonra kendimi toparladım:
-Hocam, bu bir hikaye… Bir akşam otururken ne yazayım diye, kafamdan bir şeyler geçti ve hayal dünyamda bazı sahneler canlandı. Sonra bu hikayeyi yazdım.
Hocam, sözlerimden hayal kırıklığına uğramıştı. O benden isim, adres istemeye devam etti.
O gün anladım ki yazdığımız şeyleri insanlar bir hayal perdesi olarak görmüyorlar. En azından bazıları. Yazdıklarımızı bizim hayatımızla özdeşleştiriyorlar.
Halbuki, bizim evimizde ben hayatım boyunca ne içki şişesi gördüm, ne de içki içen birilerini. Bizimkilerin hayatları son derece müzmin bir hayattı. Babam 1973 yılında Sümerbank’tan emekli olmuş ve annemle birlikte Hacca gitmişlerdi. Benim onları hatırladığım dönemlerde bir gün olsun namazdan ve oruçtan ayrıldıklarını görmedim. Hülasa, onların hayatının hiçbir döneminde bir olağanüstülüğe rastlamamıştım. Hikaye, tamamen devrin anlayışına uygundu. Mahallenin kadınlarının topluca öğle matinesine Türk Filmi izlemeye gittiği yıllar. Filmden sonra ağlamaktan göz kapakları şişmiş nice kadını, gelini, kızı görmüşümdür. Ne yapalım ki bizim toplum acıyı seviyor. Bugün de çok bir şeyin değiştiğini düşünmüyorum açıkçası.
Hikaye az daha benim hayatımla ilişkilendirilecekti ama Allah’tan küçük yerde yaşıyorduk, sıkıntıyı çabuk atlattık. Sonraki yıllarda benzer olaylarla yine karşılaşınca hep o hikayeyi hatırlar oldum.
1980 yılını ilk yazılarımın yayınlandığı yıl olarak kabul etsek 30 yıldır yazıyorum demektir. Yazdığım hikayeler, yazdığım diğer yazılar içinde benim ve ailemle ilgili olanlar vardır ama onları yazarken mutlaka isimlerini veririm ve bunların aile hatıraları olduğunu ya yazarım ya da hissettiririm. Lakin, yazdığım şeylerin mutlaka benim hayatımla, ailemle, kendi ruh halimle ilgili olacağını düşünmek de nereden çıktı. O zaman yanlış sonuçlar çıkar. Çünkü, gözlemlediğimiz, gördüğümüz, okuduğumuz nice olayın hafızamızda hercümerç olup nasıl bir kurguyla ortaya çıkacağını ben dahi bilemiyorum. Siz nereden bileceksiniz.
Geçenlerde bir dost mesaj atmış:
-Hayatınızın sıkıntılarla dolu yıllarını öğrendim, bugünlere bir serzeniş de vardı. Dostun, arkadaşın olarak ne yapmamız gerektiğini bildir yeter.
Gülümsedim, o hikaye geldi aklıma. Demek ki yazdığımız bir yazı etkili olmuş yine.
Cevap yazdım: “Dostum, tüccar değilim ki çekim, senedim olsun. Recep Çalkaner Ağabeyin dediği gibi hem Kayserili, hem de bilinçli bir tüketici olduğumuz için de kredi kartı borcumuz olmadı Allah’a şükür. Biz, hayatımızın hiçbir döneminde ahım şahım bir vaziyette olmadık ise de fakirlik edebiyatı yapacak durumumuz da hiç olmadı. Ama bunca insanla konuşurken onlardan aldığımız hayat derslerinin, onların yaşadığı birçok tecrübenin yansıması olarak yazılar yazmış olamaz mıyız? Her yazı, doğrudan kendi hayatımızla ilgili olmak zorunda mıdır?” Falan filan, yazdık gönderdik.
Eğer gerçekten derin acılar çekmiş olsaydık, sanırım bugünkünden çok daha verimli ve güzel yazılar yazardık. Sümerbank’tan emekli bir işçinin çocuğuyuz ama o günkü işçilerle bugünkü işçileri kimse terazinin gözüne koyamaz elbet. Çocukluğum, Sümerbank’ta film ve tiyatro izlemekle, Sümerbank’ın aşçılarının yaptığı o nefis tulumba tatlılarını yemekle geçti.
Nur içinde yatsın rahmetli babam, siyasetle de ilgilenirdi ve bizim evde Süleyman Demirel dendi mi akan sular dururdu. Demirel’i Kayseri Meydanında babamın omuzlarında izlediğimi hatırlıyorum. Sonra bakanlar, vekiller geldi mi babam benim elimden tutar, o sıkıcı toplantılara beni de götürürdü. Bir de yıllar yılı elinden hiç bırakmadığı Tercüman Gazetesini, gözüm görmüyor bahanesiyle bana okutması vardı ki hiç unutamam. Yıllarca ona gazete haberlerini ve köşe yazarlarını okudum. Ne yapmak istediğini ise daha sonra fakülte yıllarımda anladım.

Yorumlar