Erciyes'ten Rodoplara... / S.Burhanettin AKBAŞ


Atma anam atma beni dağlar ardına
                        Kimseler yanmasın anam yansın derdime”

                        Gümülcine diğer adıyla Komotini şehri Yunanistan’da Türklerin Batı Trakya adını verdiklerini bölgede Rodop dağlarının yakınında düz bir alana kurulmuştur. Elli bin nüfuslu Gümülcine’de önemli bir Türk nüfus bulunmaktadır. Gümülcine şehrinin bu programa konu olmasının asıl nedeni ise 1924 yılında Yunanistan’a göçmek zorunda kalan Kayserili Rumların hikayesidir. Gümülcine şehir merkezinde ve Sofular köyünde oturan Kayseri Rumları, bizleri sımsıcak duygularla karşıladılar. Kah mantı muhabbeti yaptık, kah Gesi Bağları türküsü dinledik onların ağzından. Kimi zaman ağladık, kimi zaman güldük.
                        Dile kolay, 79 yıla varan bir ayrılık bu. Atalarının mezarları Kayseri’de kalmış. Burada iken Rumca bilmediklerini özellikle söylüyorlar. Kayseri ağzı ile Türkçe konuşan bu insanlar kendilerine Karamalı, kullandıkları dile de Karamanlıca adını veriyorlardı. Gönülleri Türkiye için atan, her gün Türkiye ve Kayseri için kalpleri çarpan bu insanlardan biri de 93 yaşındaki Stavros Farasapulos’tur. Evine misafir olduğumuz Stavros, bizleri görünce göz yaşlarını tutamıyor.
                        -Bizi aradınız, bizi buldunuz, irtibatımızın kopmasını istemiyorsunuz, gibi sözler ağzından kopuk kopuk çıkıveriyor. Evinin içi buram buram Anadolu kokuyor. Kayseri’nin ve Kapadokya’nın fotoğrafları evin her tarafını süslüyor. Stavro 1910 yılında Kayseri’de doğmuş. Kayseri’den ayrıldığında 14 yaşında imiş.  Çocukluk zamanlarından kalan bir çok hatırayı bizlere nakleden bu duygulu insan, eski zamanlara ait çok şey naklediyor bizlere. Gergeme, Hamidiye(Bünyan), Vekse (Özlüce), İsgobi (Subaşı), Çukur (özvatan), Zincidere, Karacaören, Talas , Gesi, Darsiyak (Kayabağ) gibi yerler Stavros’un çocukluğunda gezip gördüğü yerler arasında imiş.

                        Anita Mavridis… Kayserili bir hanımdan hiçbir farkı yok. Türkçeyi gayet güzel konuşuyor. Kayseri’ye gelmiş ve buraları hiç unutmamış. Bize tertemiz Kayseri Türkçesiyle neler anlatıyor neler… Mantıdan, çamana, pastırmaya ve Kayseri Türkülerine kadar birçok konudan söz açıyor. Yüreğinin yarısını buralarda bırakmış. 79 yıl önce ayrıldıkları Kayseri, hala buram buram burunlarında tütüyor.
            Gümülcine Valiliği, belediye başkanlığı ve Gümülcine’deki Kapadokyalılar derneğinin davetlisi olarak gerçekleştirdiğimiz gezimizin ilk gününden beri kaldığımız otele sürekli olarak gelen bu insanlar bizlerle tanışmak, görüşmek ve kaynaşmak için her türlü fırsatı oluşturdular ve çok iyi bir ev sahipliği yaptılar.
                        HER YERDE GESİ BAĞLARI TÜRKÜSÜ DİNLEDİK
            Gerek Gümülcine’de gerekse Serez’de nerede bir ihtiyarla karşılaşsak bizlere Gesi Bağları türküsü söylediler. Hele hele Sofular köyünde köy odasında bizi Gesi Bağları türküsü ile karşıladılar. Nasıl oldu da bu insanlar Gesi Bağları türküsünün bu orijinal halini unutmadılar ve bugüne kadar yaşattılar dersiniz? Çünkü, onlar 1924’ten sonra kültürel bir değişime uğramadılar. Türk Kültürü, buralarda sürekli değişime uğrarken onlar orada bu değişimden uzak kaldılar. O yüzdendir ki, Kayseri ağzını da (Onlar Karamanlıca diyor) 79 yıl öncesiyle kullanmaya devam ettiler. Bu insanların kullandıkları dil, şüphesiz ki, dilbilimciler için de araştırılmaya değerdir. Yani bu gezinin folklorik bir değer ifade etmesi yanında Kayseri Ağzı araştırmaları için de önemli bir tarafı vardır.  
                        ONLAR DA KARAMANLICAYI ARAŞTIRIYORLAR
            Yunansitan’da Küçük Asya Araştırma Merkezi’nin yaptığı çalışmaları, özellikle Evangelia Balta’nın çalışmalarını biliyorduk. Şimdi ise Karamanlılar, kendi dilleriyle ortaya konan Karamanlı Türkçesini alabildiğine çalışıyorlar. Vassiliki Leylekçioğlu adlı Serez doğumlu bir arkadaşım bugün Moskova’da Karamanlı dilini doktora seviyesinde çalışmaya başladı. Ailesi Kayseri muhaciri olan Vassiliki, annesinden Türkçeyi öğrenmiş ama öğrendiği Türkçe, biraz önce dediğim gibi 80 yıl öncesinin Türkçesidir. Bizim dilimiz de yenilenip değiştiği için onlar yeni kelimeleri büyük ölçüde anlamıyorlar. Yunanistan’a göçen bu insanlar yanlarında Karamanlı Türkçesi ile yazılmış kitapları da götürmüşler. Şimdi geniş bir araştırma sahası var önlerinde. Arapoğlu Vasili’nin evinde de Karamanlıca kitapları gördüm. Emekli bir öğretmen olan Vasili, bu kitapları inceliyordu. Yine Vasili Farasapulos’un en önemli hobisi de Karamanlıca kitabeler ve kitaplar olmuş.
            AVRUPA BİRLİĞİ, YUNANİSTAN VE TÜRK AZINLIK…
            1987 yılında Yunanistan’da bulunan Türk azınlık için Yunanlıların “Müslüman Yunanlı” diye bir tezi vardı. O tarihte Yunanistan vatandaşı Türkleri, ırk olarak Türk kabul etmeyen bir anlayış hakimdi. Yunanistan, Avrupa Birliğine girdikten sonra önemli şeyler olmaya başlamış. Yunanistan, Türk varlığını önemli ölçüde kabul etmiştir. Gümülcine’de Yunan valinin yanına seçimle Türk yardımcısı Ahmet Hacı Osman seçilmiş. Gümülcine Belediyesinde de önemli bir mevkide Levent İsmail adlı Türk mühendisi gördük. Yunanistan’da valiler de belediye başkanları gibi seçimle iş başına geliyorlar. Ahmet Hacı Osman, Dostluk Eşitlik Barış Partisi Genel Başkanı olarak Rodop İli Vali Yardımcılığına en yüksek oy oranı ile seçildiğini ifade ediyor. Ahmet Hacı Osman, Yunanistan’da yaşanan gelişmeleri Avrupa Birliği’ne girişe bağlarken daha alınması gereken mesafeler olduğuna da özellikle değinmektedir.
            DR. SADIK AHMET’İN MEZARINI ZİYARET…
            Batı Trakya Türklerinin liderlerinden rahmetli Dr.Sadık Ahmet’in mezarı, Gümülcine Türk Mezarlığında bulunuyor. Mezarlıkta özel bir bölüm ayrılmış ve mermerden güzel bir anıt mezar yaptırılmış. Gümülcine’de Türk mahallelerinde tamamen Anadolu havası hakim… Buradaki mezarlar da Türk mezar mimari geleneğinin güzel örnekleriyle süslü. Yol boyunda başları örtülü hanımlarla karşılaşıyoruz. Biraz çekingen bir tavırla yanımızdan süzülüp gidiyorlar. Hemen ileride Türk Pazarına rastlıyoruz. Yine tam bir Anadolu manzarası sanki. Ayakkabı satıcısı bir kadın bana yaklaşıp “beni çek, beni” diye sesleniyor. Elimdeki kamerayı ona doğru çeviriyorum. “Ben de Türküm” diyor. Sattığı ayakkabıları göstererek “Bunlar Türk malı, şunlar İtalyan malı” diyor. Türk ayakkabıları 10 euro’ya satılırken, İtalyan ayakkabıları 20 ila 30 euro’ya satılıyormuş. Fiyatların nasıl olduğunu soruyorum: Çok iyi diyor. Niye diye soruyorum. Cevap hazır: Eee burası “Pazar” be…
            Yunanistan’da özellikle şehirler arası yollarda çokça Türk tırına ve kamyonuna rastlamak mümkün… özellikle balık ve narenciye taşındığını öğrendik. Misafiri olduğumuz iş adamı Niko Farasapulos’tan ve Lazaros isimli Yunanlı bir deri tüccarından öğreniyoruz ki, Türk iş adamları ile Yunanlı iş adamları önemli bağlantılar kurmuşlar. Özellikle Türk derisi çok tutuluyor. Tekstil mamulleri üzerine de önemli işbirliği gerçekleştiriliyor.
            KAYSERİLİ TÜCCARLAR BURAYA NEDEN GELMİYORLAR?
            Niko Farasapulos’un yatak ve konfeksiyon üzerine iki fabrikası var. Aslen Kayseri kökenli olan Niko, Yunanistan ticaretinde Kayseri kökenli çok tüccarın bulunduğunu söylüyor ve “Övünmek gibi olmasın ama…” demeyi de ihmal etmiyor.
            “İki hafta, üç hafta sürer ya da sürmez, ya İstanbul’dayız, ya da Bursa’da…” diyor Niko… Türk iş adamları ile çalışan tüccar ve sanayicilerin kazançlı çıktığını söylüyor. Niye mi? Türk malları onlara göre çok ucuz… Lakin, Niko’nun aklı hep Kayseri’de… Baba ocağında ticaretin bu kadar gelişmiş olduğuna seviniyor. Bir gün, Yunanistan’daki Kayserili tüccarlar, ata ocaklarında Kayseri’de Türk tüccarlarla buluşsalar  nasıl olur? Niko, önce ben geleceğim Kayseri’ye diyerek bu işe baş tutmaya hazırlanıyor. Onlarla burada ya da İstanbul’da da sık sık buluşabiliriz diyor. Neden olmasın, değil mi? Bu işten her taraf da kazançlı çıkacaksa, iki taraftaki Kayserili tüccarların işbirliği mükemmel olur bence.
            Niko’nun babası 93 yaşındaki Stavro, hep gözyaşları içerisinde… “Siz, bizi unutmadınız, dostluk için, kardeşlik için geldiniz, bağlarımız 80 sene sonra yine kuruluyor” diyerek sevincini dile getiriyor.
            HAMDİYE KÖYÜM OLSA…
            Nereye gitsem, bana jest olsun diye yaşlı kadınlar bu türküyü söylüyorlar.
            Hamidiye köyüm olsa
            Uzunyayla evim olsa
            Çerkez Beyim beni alsa
            Ah yine meraklandı
            Çerkez Beyim silahlandı
            Hamidiye, Bünyan ilçemizin eski adı Bünyan-ı hamid’den kaynaklanan eski bir isim… Onlar Bünyan adını bilmiyorlar. Hep Hamidiye diyorlar. Benim de Bünyanlı olduğumu duyunca bu türküyü söyleyerek jest yapıyorlar.
            Belki bugün Bünyanlıların bile unuttuğu bir türküdür bu. Çünkü, bugün kim hatırlar Ağırnaslı Çerkez Bey’i… 100 yıl önceki bir hikaye bu… Çerkez Bey’in Sarımsaklı Barajının üst kısmında, bugünkü Çimento Fabrikasının yakınlarında büyük bir çiftliği olduğunu ve zamanında derebeyi gibi hüküm sürdüğünü artık kim hatırlayabilir ki…
                       
            MARONYA
            Maronya, Ege denizinin kıyısında küçük bir yerleşim yeri. Balıkçı lokantaları ve sayfiye evleri ile ünlü. Küçük bir balıkçı lokantasında Karadeniz’den Türk balıkçıların tuttuğu balıkları yemenin keyfine varıyoruz. Lokantanın elli metre ilerisindeki denizi hayran hayran bakıyoruz. Ne de olsa kara çocuklarıyız bizler, deniz her zaman ilgimizi çekiyor. Maronya, mevsim kış olmasına oldukça güzel görüntüler veriyor.
            Vasili, Maronya adının Yunanlıların destanı Odessa’da dahi geçtiğini ve bölgenin bağları ve şarapları ile ünlü olduğunu söylüyor.
            Maronya’da Kayseri’den göçen Vasili Mavridis (Araboğlu Vasili)nin sayfiye evine uğruyoruz. Bahçede zeytin ağaçları var. Üzüm yetiştiriyor. Bahçe kültürünü babasından aldığını anlatıyor bizlere. “Onlar Kayseri’de ne gördüler, hepsini öğrettiler bizlere” diyor. Bu arada söz bahçeden açılmışken Kayseri’nin gilabolusuna özlem duyan 93 yaşındaki Stavro’nun Kayseri’den gilabolu ağacını Sofular köyüne götürdüğünü ve orada yetiştirmeyi başarmanın sevincini yaşadığını hemen söylemeliyim. 
            Maronya Belediyesine uğradığımızda ise, bizlere yöreyi tanıtan kitap ve broşürler ile birer de plaket verdiler. Belli ki onlar da bu ziyaretten memnundular. Herkes dostluk ve kardeşlik mesajı vermekte adeta yarışıyordu.
            Maronya Belediye Başkanı Takis Topuzlis, biyolojik yapı itibariyle Anadolu insanlarına o kadar çok benziyor ki, sanki ağzından Türkçe kelimeler çıkacak diye bekliyorsunuz. Türkçe konuşamayan Takis’in soy adının da Yunancaya uyarlanmış Türkçe bir isim olan Topuzoğlu’ndan başka bir şey olmadığını fark ediyorum.
            VE RODOPLAR… “İŞTE BİZİM ERCİYES”
            Yunanlılar Gümülcine şehrinin de içinde bulunduğu bu bölgeye “Rodop Vilayeti” adını veriyorlar. Yöredeki Rodop dağlarından dolayı bu bölgeye böyle bir isim vermişler. Maronya’dan Gümülcine’ye dönerken Rodop dağlarını tam karşıdan görme şansına sahip oluyoruz. Arapoğlu Vasili “İşte bizim Erciyes’imiz” diyor. Karşımızda Erciyes kadar heybetli olmasa da Rodopların yine de Erciyes’i andırdığına şahit oluyoruz. Bu insanlar, Erciyes özlemini Rodoplara bakarak gideriyorlar besbelli.
            SOFULAR KÖYÜ
           
            Sofular köyündeyiz. Köyün tamamına yakını Kayseri’den göçen insanlardan oluşuyor. Bizleri Gesi Bağları türküsü ile karşılıyorlar. Ellerinde deflerle kadınlar Gesi Bağları türküsünü öyle güzel ve orijinal haliyle söylüyorlar ki, şu an Kayseri’de böyle bir manzarayı bulmanın imkansız olduğunu düşünüyorum.
            Sonra halaylar başlıyor. Onlar horon diyorlar.
            Yağmur yağar yer yaş olur
            Şarap içen serhoş olur
            Güzel seven bir hoş olur
            Bu halayı Kayseri Doğa Belgeselinin çekimlerinde Kayabağ’da (Darsıyah) çekmiştim. Şimdi yüzlerce kilometre ötede, Gümülcine’nin Sofular köyünde karşıma çıktı bu halay.
            Ve Konyalı… “Haniya da benim elli dirhem bastırmam” diyerek döne döne oynamazlar mı? Çöke çöke, döne döne oynuyorlar. İnanılacak gibi değil.
                        SOFULAR KÖYÜ

Sofular köyünde köy odasında Kayseri’den göçen bu sıcakkanlı insanlarla dostane muhabbetimiz sazlı sözlü devam ediyor. Köy adına konuşmalar yapılıyor ve bize “Hoş geldiniz” deniyor.  Karşılık olarak Kocasinan Belediye Başkan Yardımcısı Mustafa Hasbaylan gerçekten sıcak ve dostane cümlelerle karşılık veriyor. Bir ara Sofular Halkının Kayseri yöresi halay ve türkülerini söylediklerini ve aralarına Hasbaylan’ı da aldıklarını fark ediyorum. Gerçekten güzel ve dostane bir manzara bu.
Masalarımıza Anadolu usulü börekler, tatlılar geliyor. Bu kadınlar, teyzeler Anadolu’nun “pahlava”sını, böreğini unutmamışlar.
Köy halkı genellikle Ağırnas, İsgobi (Subaşı) ve Gergeme (Bünyan’ın Doğanlar mahallesi)nden gelen insanlardan oluşuyor. Sofularda az miktarda da Balkan Türklerinden evlad-ı fatihan yaşıyor. Birbirleriyle kardeşçe bir dostluk kurmuşlar.
Köyün kilisesinin yanında bir kitabe olduğunu gösterdiler. Bizdeki şehitlik kitabeleri gibi bir şey… Bu kitabeyi bize anlatıyorlar. İkinci Dünya Savaşında bu bölge Bulgar işgaline uğramış. Bulgar işgaline direnen bu insanlar, kayıplar vermişler ve şehitlerinin de bu tabela ile anılarını yaşatmaya çalışıyorlar.
93 yaşındaki Stavro, Birinci Dünya Savaşında Sarıkamış’ta, Çanakkale’de ve değişik cephelerde Türkiye için canlarını veren birçok akrabasını hatırlıyor. Yunanistan’a gittikten sonra da İkinci Dünya Savaşı’nda Bulgar cephesinde bu sefer de Yunanistan’ın savunmasında bir anda kendilerini cephede bulmuşlar. Kimilerine göre, bu cepheye sürülüşte de başka manalar varmış. Anadolu muhacirlerinin cepheye sürülüşünde onların Yunanistan tarafından gözden çıkarılışının da etkili olduğunu düşünenler de var.
SEREZ’DE SARIMSAKLI KÖYÜ
Serez şehri 100 bin nüfuslu bir şehir. Serez’in benim için önemini şöyle özetleyebilirim. Serez şehri 1373 yılında Osmanlı Hakanı I. Murat Han tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştı. Serez şehri fethedildikten sonra bu bölgede Paşa Sancağı kurulmuştu. Osmanlılar Serez’i fethedince Saruhan’dan (Manisa)  Saruhan Yörüklerini ve Kayseriyye’den Sarımsaklı Yörüklerini alıp bu bölgeye yerleştirmişti.
Sarımsaklı Yörükleri de bugünkü Bünyan ilçesini kuran yörüklerdir. Yani 1373 yılında bu bölgeye Bünyan ilçemizden bir göç oldu. Sarımsaklı Yörüklerinin en önemli özelliği de gittikleri yerlere mutlaka Sarımsaklı ismini götürmeleridir. Bu adı Samsun’un Tekkeköy’e, Balıkesir’in Ayvalık ilçesine de taşımışlardı.
Serez’e varınca oradaki dostlara ilk sorduğum soru da bu olmuştur. Lakin, Yunanistan’da bütün Türkçe adlar Yunancaları ile değiştirildiği için “Sarımsaklı” ismini de bulamadılar. Serez’den ayrılacağım  gün yaşlı bir amcaya “Buralarda Sarımsaklı adında bir yer var mı?” diye sorduğumda beni sevindiren cevabı aldım: Evet, vardı. Serez’in yakınlarında “Sarımsaklı” adını taşıyan bir yer vardı ve Yunanlılar bugün kasaba olan bu yere “Pendapolis” yani “Beşşehir” adını vermişlerdi. Buranın adı 30-40 sene öncesine kadar Sarımsaklı olarak devam ediyormuş. Ben zaten gecikmiş olan gezimi noktalamak zorunda olduğum için Serez-Drama yolundaki Sarımsaklı (Pendapolis) kasabasına sadece uzaktan bakmakla yetindim. Gönlüm Sarımsaklı Yörüklerinin, yani benim atalarımın kurduğu bu köyü karış karış gezmek istiyordu ama köyü buluşum çok geciktiği için sadece ona mendil sallamak zorunda kaldım.
Düşünebiliyor musunuz, bundan 630 sene önce Kayseriyye’den bizim atalarımız olan Sarımsaklı Yörükleri kalktılar gittiler ve Serez’de hem de yine Sarımsaklı adıyla bir köy kurdular. Kendileriyle aynı soydan gelen bizler için bir işaret olsun diye oraya da bu adı verdiler. Ben, ömrümü onların izini sürmeye adadım ve onları Samsun’un Tekkeköy’de (eski adı Sarımsaklı’dır), Balıkesir Ayvalık’ta bulmuştum. Şimdi de Serez’de buldum onların izini. Allah kısmet ederse yine bir vakit Serez’e gidip bu sefer Sarımsaklı köyünü kare kare görüntülemek ve 630 sene sonra da olsa onlardan bir iz bulmak için uğraşmak istiyorum. Bir cami, bir mescit, bir çeşme, bir kitabe ne bulurum bilemiyorum ama ecdat ruhuna kavuşmuş gibi olurum herhalde. O taşlarla, o toprakla konuşurum sanırım. O toprak da bana :
-Hoş geldin evlat, işte ataların benim bağrımda  yatıyor, huzur içinde derler.
Ben de o zaman huzur bulurum. Lakin, bu gözlerin o toprağı bir koklaması lazım. Bu ellerin o toprağa dokunması gerek. 630 sene önce Kayseri’den Sarımsaklı’dan (Bünyan) Serez’e gidişlerini hiçbir zaman unutmamak ve aziz hatıralarını yaşatmak gerek.
                        Gümülcine’den dört saatlik bir tren yolculuğundan sonra Serez’e gece saat onda ulaştım. Tren garında iki kişi beni bekliyordu. İkisi de Karacaörenli… Kalfaoğlu Anastas ve Leylekçioğlu Vassiliki… Beni Serez’de bir lokantaya götürdüler… Küçük ama şirin bir yerdi. İçeri girdiğimde Türk müziği çalındığını görünce benim gelişimden dolayı özel bir hazırlık yapıldığını anladım. Müzik dediğim şey de yaşlı bir kadının söylediği “Kaleden kaleye şahin uçurdum” isimli bir türküydü. Onlar bu türküyle horon oynuyorlardı.
Serez’de Karacaörenliler ve Hamidiyeliler (Bünyanlılar) çoğunlukla yer alıyor. Lokantada oturanlar kendilerini Yunanca soyadlarına göre değil, babalarından aldıkları Türkçe lakaplara göre tanıtıyorlar. Ben Mıhçıoğlu Dionis… Ben Bahadıroğlu Murat… Ben Çakırbaloğlu Vasili… gibi.
Vasiliki ve Anastas beni iyi tanıdıkları için yakındılar. Diğerleri ise beni tanımak için ağzımdan çıkan sözleri dikkatle dinliyorlardı. İlk defa Hamidiye’den biri gidiyordu Serez’e. Şaşkındılar. İnanılmaz derecede birbirimize benziyorduk. Benim ağzımdan ne laf çıksa “Babam da böyle derdi”, “Anam da böyle konuşurdu” gibi sözler çıkıyor ağızlarından. On on beş dakika içinde olabildiğine kaynaşmıştık. Vasil hemen bir türkü söylemeye başladı:
-Kızım seni Ali’ye vereyim mi?
İstemem babacığım istemem
Havaya girmiştik artık.
-Ne olur Burhan, Hamidiye’yi anlat diye başlayan sorular art arda geliyor, anlattıkça anlatmamı istiyorlardı. Gece saat 1.30’a kadar sohbet ettikten sonra beni otele götürdüler. Otel Elpida, gece saat 1.30 olmasına rağmen çok işlekti. Almanlar ve İngilizler de vardı. Resepsiyonda duran Anadolu tipli adama Anadolu ile ilgisi olup olmadığını soruyorum. Gülüyor. Onun da ataları Bafralıymış. Hatta Yunanistan’a göçtükten sonra Yeni Bafra diye bir yerleşim yeri kurmuşlar. 
Sabah otelin lobisine indiğimde yine beklendiğimi görüyorum. Hamidiyelilerin Serez’de bir köyü var. Adı Ano Vurundu…Köyün muhtarı Mıhçıoğlu Dimitri, beni köye götürmek için gelmişti. Türkçe’yi anlıyordu ama konuşmaya korkuyordu.
Serez, denizle aynı seviyede bir yer olmasına rağmen Vurundu, dağların arasında yemyeşil bir manzara içerisinde harika bir yer… Yüksekliği denizden 1050 metre… Niye bu kadar yükseğe çıktınız diye soruyorum. Aldığım cevap ilginçti:
-Atalarımız Hamidiyenin yüksekliğine alışkın oldukları için buraya göçünce Serez’de deniz kenarında bir yer vermelerine rağmen kabul etmediler. Biz burada nemden, hastalıktan ölüp gideriz dediler. Bu köyde, eskiden Bulgarlar otururmuş. Harpten sonra Bulgarlar bu köyü boşaltınca bizimkiler bu köye gelmişler. Şimdi bir kısmı Serez’de şehirde oturur, bir kısmı da Vurundu da… diyorlar.
BENİM İÇİN ANASI KULAK MANTISI YAPMIŞ
Leylekçioğlu Vassiliki, Moskova’da İngilizce öğretmenliği yapıyor. Köye girer girmez, ayağımızın tozuna aldırmadan ilk haberi veriyor. Anası benim için kulak mantısı yapmış, onlarda kulak mantısı yiyecekmişiz. Lakin önce köyde bir toplantı yapılıyor. Köy halkının temsilcileri benim gelişimden duydukları memnuniyeti dile getiriyorlar. Yunanistan’da mıyım, Türkiye’de miyim ben de şaşırıyorum. Bu yüzler hiç yabancı gelmiyor bana. Bu konuşan adamlar, 80 yıl önceki yöresel Kayseri konuşmasının örneklerini veriyorlar. Sanki bir zaman makinesine  binmişim de 80 yıl öncesine gitmişim gibi geliyor bana.
Ve tanıdık bir ses bağırarak sesleniyor bana:
-Gözlerim yolda kaldı, niye bu kadar geciktin.
Bu ses Çakırbaloğlu Kiryaku’nun sesi.
Daha köye yeni varmışken bir problem hemen kendiliğinden doğuyor. Hemen hemen herkes beni kendi evinde ağırlamak istediğini ısrarlı bir şekilde söyledikçe içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bu işin de formülünü hemen buluyorum oracıkta. Köyün iki tane kahvehanesi var. Şu kulak mantısını yedikten sonra bu iki kahvehaneye geleceğimi ve orada hepsiyle de görüşeceğimi söylüyorum. Böylece sorun çözülüyor.
Vassiliki’nin annesi de tam bir Anadolu kadını… tertemiz bir Türkçe konuşuyor. Ayağının biri de aksıyor kadıncağızın. Bu çöküşün sebebi hemen anlaşılıyor. 40 yaşında kaybettiği pilot oğlunun fotoğrafları evin her yanını süslüyor.
-Ansızın gitti, hastalığı falan yoktu diyor üzgün ana ve torunu iki kızın fotoğrafını bana gösteriyor.
-Ondan bize bu iki kız kaldı.
Komşu kadınlar toplanıyorlar eve. Hele biri var ki, yüreğimizi yakıp geçiyor. Erciyes üzerine öyle bir ağıt söylüyor ki, dayanmak mümkün değil.
Erciyes’ten bir yel esti
Çıktım yeli bağlamaya
Dediler ki yarin öldü
Nutkum durdu ağlamaya
            TÜRKÇE KONUŞAN YUNAN ASKERİ
            Serez’de hoşsohbet insanlar birbirinden ilginç hikayeler anlatıyorlar. Bunlardan birisi, askerliğini Türk hududunda yapıyormuş. Türkiye’ye bakarken içinden Türkiye’ye geçmek geliyormuş. Bir anda kendini Türk topraklarında buluvermiş. Bir süre sonra Türk askerleri, bu kaçak Yunan askerini yakalamışlar. Korkudan can havliyle Türkçe konuşmaya başlamış ve derdini anlatmaya çalışıyormuş. Türk askerleri, Yunan askerinin Türkçe konuştuğunu görünce birden davranışları değişmiş. Ona ekmek peynir, zeytin ikram edip tekrar sınıra nöbet yerine bırakmışlar.
                        KORE GAZİLERİNE YARDIM ETTİM
                        Bir başkası Kore Savaşının anılarını anlatıyor. “Türk askerlerini Amerikalılar en ileri cephelere verdiler. Kendileri geri kaldılar. Türk askeri bu yüzden çok zaiyat verdi. Yaralananlar da çoktu. Ben sıhhiyeciydim. Orada da vapurda da Türk askerlerine ben baktım. Ben Türkçe bildiğim için beni çok severlerdi. Bir Türk komutan vardı. Onu ayrı bir kapamışlardı. Komutanın delirdiğini söylüyorlardı. Komutana yemek götürdüğümde her zaman bana kendisinin deli olmadığını anlatmamı ve oradan çıkmasına yardım etmemi söylüyordu. Ben bu durumu anlatıyordum ama Türk komutanı hapis olduğu yerden çıkarmıyorlardı.” Bunları anlatıyor bana.
                        TÜRK MÜZİĞİ HARİKADIR
                        Vassiliki Moskova’da sinema yönetmeleri ile film müzikleri üzerine bir tartışmaya girerken Türk müziğinin dünyanın en seçkin müziklerinden biri olduğundan bahsetmiş. Pek kabul görmemiş. Onlar Latin müziğini öne çıkarıyorlarmış. Salona Türkçe “Şinanay yavrum şinanay nay” diye bir türkü yayınını verdirmiş. Kendisi de ortaya çıkmış ve oynamaya başlamış. Rus yönetmenler de müziğin ritmi karşısında kendilerini tutamayıp onun gibi oynamaya başlamışlar. Sonra tartışmaya devam edilmiş. Hepsinin tavrında da değişikler olmuş. Film müziği olarak Türk müziğinin de kullanılabileceğini söylüyorlarmış.
                        BURHAN, TÜRKİYE’YE GİTMEK İSTER MİSİN?
                        Serez’de Çakırbaloğlu Niko adında bir Hamidiyeli bana dönüp dedi ki:
            -Burhan, Türkiye’ye gitmek ister misin?
            -Eee gideceğim tabi, az kaldı dedim.
            -Yok, öyle değil, seni burada bir yere götüreceğim kendini Türkiye’de hissedeceksin dedi.
            Beni Marika ve Yuvakim Gavriloğlu isimli iki yaşlı karı kocanın oturduğu bir eve götürdü. Yuvakim’in gözleri görmüyordu artık. Bana sıkıca sarıldı ihtiyar adam. Hemen bir Türk kahvesi hazırladı Marika… Oturdukları odada bir TV vardı ve bütün kanallar Türk kanalıydı. Tamı tamına 21 kanal vardı ve hepsi de Türk kanallarıydı. Çanak anten almışlar ve Türk kanallarından başka bir şey izlemiyorlar.
                        ORHAN’I ÇOK SEVİYORUZ
            STV’de Cuma akşamları yayınlanan Orhan Hakalmaz’ın “Türkü Gecesi” isimli programını kaçırmıyorlardı. Bu türkü dostu Türkçe dostu iki yaşlı, türküleri duyunca göz yaşlarına hakim olamıyorlardı.
            Orhan’a telefonla ulaşmak istiyorlarmış ama bir türlü ulaşamıyorlarmış.
            -Orhan’a telefonla ulaşsanız hangi türküleri isteyeceksiniz diye soruyorum.  Aldığım cevap, Gesi Bağları ile Burası Muştur isimli türküler oluyor. Marika, genç yaşta çocuğunu kaybettiğini ve “Burası Muştur” isimli türküye dayanamadığını söylüyor. Sonra benden rica ediyor: “Sen bilirsin, bana biraz bu türküyü söyle!” Hafif hafif mırıldanıyorum:
            Kışlanın önünde redif sesi var
            Varın bakın çantasına acep nesi var
            Bir çift pabuç ile bir de fesi var
                        Anam Yemendir, gülü çemendir
            Giden geri gelmiyor acep nedendir
            Burası Muştur, yolu yokuştur
            Giden gelmiyor, acep ne iştir

            Havada bulut yok bu ne dumandır
            Mahlede ölen yok bu ne figandır
            Şu Yemen elleri ne de yamandır
                       
            Anam Yemendir, gülü çemendir
            Giden geri gelmiyor acep nedendir
            Burası Muştur, yolu yokuştur
            Giden gelmiyor, acep ne iştir

            Bu yaşlıların yüzlerindeki ifade gözlerimin önünden gidecek gibi değil.
                               
            ÖĞLE UYKUSU
Akdeniz topluluklarının meşhur bir öğle uykuları var. Yunanistan’da da öyle… Yunanistan’da her gün altı saat çalışıyor. Pazar günü tatil, cumartesiyi de katarsanız haftada 36 saat çalışma var ve resmi daireler ve işyerleri açık. Sabah sekizde başlayan mesai öğleyin saat ikide sona eriyor. Öğle yemeği için ara verilmiyor. İkiden sonra insanlar istirahata çekiliyorlar ve genellikle de uyuyorlar. Akşama doğru ise güzelce süslenip püslenip ya bir eğlence yerine gidiyorlar ya da eş dost, akraba toplantılarında bir araya geliyorlar. Her gün böyle mi? Hemen hemen her günleri böyle. Bize göre çok az çalışıyorlar ama iyi kazanıyorlar. Avrupa Birliği üyesi olmak Yunanistan’ın çehresini oldukça değiştirmiş. Yönetim anlayışlarından tutun da altyapı işleri, otoyollar ve ticari hayat oldukça düzelmiş. Bunda da Avrupa Birliğinden alınan paralar oldukça önem taşıyor.
Yunan nüfusun azlığı ortada… Yunanlılar akıllı davranıp içlerindeki Bulgarlar, Türkler, Makedonlar, Arnavutlar, Çingeler vs. gibi topluluklara seçme ve seçilme hakkı dahil olmak üzere kağıt üzerinde kalmayan önemli haklar vermişler. Ve şöyle diyorlar: Bizim için insanların hangi etnik kökten geldikleri önemli değil. Önemli olan Yunan vatandaşlığıdır. Ayrıca Yunanlaşan her topluluk da kaşına gözüne bakılmaksızın Yunan’dır. Yani Yunan kültürünü benimsemeyi Yunanlı olmak için yeterli görüyor. Bu belki bir zorunluluk onlar için. Çünkü, Yunanistan’ın nüfusu ciddi manada artmıyor. 12 milyonluk, yani İstanbul kadar bir ülkede diğer halklarla kaynaşmanın ve onlara Yunan kültürünü benimsetmenin yolları aranıyor ve hangi kökten gelirse gelsin Yunan olmayı benimsemiş insanlara inanılmaz bir şekilde açık kapı bırakılıyor.
Yaşlılar nüfusun artmayışından ve gençlerin evlenip çoluk çocuk sahibi olmayı düşünmemelerinden şikayetçiler. Bazı aileler de çoluk çocuk sevgisinin alternatifi imiş gibi kedi köpek besliyorlarmış, bundan da şikayet var.
Bir başka şikayet de “küreselleşme” adına dayatılan bir kültürel olgu ki, Yunan kültünün önünde ciddi bir tehlike olarak duruyormuş. Neden mi? Şöyle ki: Özellikle büyük Amerikan firmalarının dayattığı kültür, başta Yunan mutfağına, kültürel yapısına ciddi bir tehdit oluşturmaya başlamış. Konuştuğum insanlar, gençlere kendi kültürlerini aktaramamaktan ciddi sıkıntılar yaşadıklarını söylüyorlar. Avrupa gençliğindeki hastalıklar artık Yunanlı gençlere de bulaşmış. Bu bedeli onlar da ödeyecekler ve ödüyorlar da.

OSMALIYI İYİ ARAŞTIRMAK GEREK…
Gerçekten Osmanlıyı çok ciddi araştırmak gerek. Özellikle Osmanlının kendi teb’alarını nasıl böyle kaynaştırmayı başardığını öğrenmek gerek. Yunan dilinde bulunan Türkçe kelimelerden tutun da Türkçe isim taşıyan onca Yunan yemeğini, Nasreddin Hoca’yı, Mevlana’yı nasıl olup da Yunan kültürüne ve diline sokmuşlar şaşılacak şey.
Dolma, döner, kebap, patlıcan, biber, üzüm gibi yemek adlarını hemen duyuyorsunuz. Araba, anahtar, kilit… Aman aman diye başlayan Yunan şarkıları… Onlara göre “Zeybeko” denilen bizim meşhur zeybek oyunlarımız. Halaylarımızın adını değiştirip “horon” yapışları… Konyalı, Sarı Kız, Kaleden Kaleye Şahin Uçurdum türküleri… Gece eğlencelerinde döne döne, çöke çöke  oynanan Anadolu oyunları….
Hatta bir oyun izledim ve sanki bana Anadolu havalarından “semah” havası gibi geldi. İçimden daha neler diye geçirdim. Yine de sordum. Aldığım cevap beni şaşkına çevirdi. Burada “alevi” adı verilen bir etnik topluluk var, onların havası dediler. Ben de “Alevilik, Türklüğü temsil eden esaslı kaynaklardan biridir. Bunlar Türk değil mi, Türkçe bilmiyorlar mı?” diye sordum. Türkçe bilmiyorlarmış ve orada etnik bir grup iken zamanla Yunanlılaşmışlar. Lakin bu ezgilerini hala yaşatıyorlarmış. Beni eğlence yerinde pos bıyıklı bir alevi ile tanıştırdılar. Bana alevi müziği ile oynanan ama bizim semahlara değil de daha çok zeybek tarzını andıran, yine de dönme motiflerinin fazlaca olduğu bir oyun oynadı. Çevirmenimiz Türkçeyi iyi bilmediği için sorularıma doğru dürüst cevaplar alamadım ama 55-60 yaşlarındaki pos bıyıklı, Anadolu yüzlü adam ilginç bir soru sordu: “Konya’da bir adam var, onu tanıyor musun?” dedi. Tahmin ettim. Bana Mevlana’yı soruyordu. “Onu iyi oku, iyi anla! O, çok iyi bir insandır” dedi. Müziğin gürültüsünden ve karşımdakinin çok konuşmak istemeyişinden sormak istediğim şeyleri soramadım, zaten sorduklarıma da doğru dürüst cevaplar alamıyordum. Sadece çevirmenliğimi yapan zat, ne aradığımı tahmin etmiş olacak ki, “yahu Burhan, İstanbul’da, İzmir’de Türleşen Rumlar olmamış mıdır? Yunanistan’da da Yunanlılaşan Yörükler, Türkmenler, Bektaşiler olmuştur. Türklerden Hıristiyan olup da Türk olarak sadece Gagauzlar kaldı.” Bu Gagauz bahsi de son derece ilgimi çekti.
-Siz Gagauzları tanıyor musunuz? dedim.
 Evet, Gagauzları tanıyorlardı. Hatta yakın bir tarihte Gagauzlar, Anadolu’dan göçen ve Karamanlı adı verilen bu insanları bulmuşlar ve onlara “Siz de bizim gibi Hıristiyan Türklerdensiniz, sizin de ana diliniz bizim gibi Türkçedir” demişler.
-Siz ne cevap verdiniz, diye sordum.
Cevap şöyle oldu:
-Biz dost kalmayı tercih ederiz. Biz Yunan vatandaşıyız ve Rum olduğumuz için Atatürk ve Venizelos döneminde Yunanistan’a gönderildik. Bu gerçeği değiştirmek mümkün değildir. En iyisi komşu kalmak, dost kalmak…
S.Burhanettin AKBAŞ

Yorumlar