Ağam İstanbul'u mesken mi tuttun

a. TÜRKÜNÜN GESİ’DEKİ HİKAYESİ


Gesi Belediyesi’nde muhafaza edilen, adı geçen türkünün hikayesi ve derleme metni. Ahmet Ogün’ün derlediği ve Mehmet İmren’in düzenlediği belirtilmiştir.

Bu türküyü ilk söyleyen Şerif Hala (Dunna Yenge), 1915 yılında Gesi’yi kasıp kavuran çekirge istilasında, günümüzde ilkokul lojmanlarının bulunduğu bahçesi bu çekirge felaketinden hiçbir zarar görmeyen Hacı Osman Ağa olarak bilinen dini bütün şahsın kızıdır.

Şerif Halanın kocası Hacı Mehmet : Gesi’de Adana yanmış diye kızdırılan, Gesili ama Adanalı Mehmet Hoca Ağa denilen kişinin üvey kardeşidir. Şerif Halanın kocası; Hacı Mehmet askeriyede Belik emini olarak çalışmaktaymış. İstanbul’a tayin edilmiş olduğundan Gesi’den görevi sebebiyle ayrılmıştır.

Şerif Hala Hacı Osman Ağanın tek kızı idi. Damadı ise ordu mensubu Belik emini olup görevine tutku derecesinde bağlı bir insandı. İstanbul’a karısı Şerif Hala ile birlikte gitmek istediğini dile getirmiş ancak varlıklı bir zat olan Hacı Osman Ağa biricik kızı olan Şerif Halayı İstanbul’a göndermek istememiştir. Bunun üzerine Şerif Hala ve kocası bir gece gizlice İstanbul’a kaçmayı planlamışlardır

Gesi’de ermiş bir kişi olarak tanınan Hacı Osman Ağa, güçlü sezgileri sayesinde gece vakti olduğu halde onların nereden kaçacaklarını tahmin ederek geçit yerinde onları kaçmak üzere iken yakalamıştır.

Kızını kocasından ayırarak evine dönmüş bunun üzerine.............. Vazife aşkından taviz vermeyen kocası Hacı Mehmet yalnız olarak İstanbul’a gitmiş bir daha Gesi’ye dönmemeye karar vermiştir.

Dunna Yenge’nin; Şerif Halanın kocası; Hacı Mehmet Ağa da çok büyük bunalıma girer, kendi ismini değiştirir ismi Hacı Sadık Ünver olur. Son zamanlarda İstanbul Fatih Camiine yakın bir yerde bina yaptırmaya başlar. Bina inşaatında kesinlikle Kayserili ve Gesili kişilere iş vermemeye onlarla hiç konuşmamaya kararlı olur.

O dönemde Kabe’ye hacca gitmek için yola çıkan ve İstanbul’da kendisini bulan çocukluk arkadaşı Hacı Mustafa Efendiyi bile tanımazlıktan gelmiş. Fakat Hacı Mustafa Efendi’nin ısrarlı tutumu karşısında konuşmak zorunda kalmıştır.

O anda yine Gesili olan ve yanında Gesili olduğunu gizleyerek çalışan Nurettin Selçuk da bulunduğundan Hoca Mustafa Efendi Nurettin Selçuk’u göstererek “Bu kim?” diye sorduğunda, tanımadığını, onun yalnızca yanında çalışan bir işçi olduğunu söyler. Bunun üzerine Hoca Mustafa Efendi; “Bak bu bizim Eyüp Ağa’nın Abdurrahman’ın oğlu Nurettin” diyerek gerçeği söyler. Bunun üzerine hiddetlenen Hacı Mehmet yeni adı; Hacı Sadık Ünver Nurettin Selçuk’a dönerek derhal işine son verdiğini söyler.....

Adanalı Mehmet Ağa: İstanbul’a üvey kardeşini ziyarete gider. Buluşur buluşmaz Hacı Mehmet Ağa ben seni tanımıyorum der....

“Nasıl tanımazsın ben senin üvey kardeşinim” der. Hemen üvey kardeşine para vermeye çalışır. Adanalı Mehmet Ağa: “Paran başına çalınsın para için gelmedim, seninle konuşmaya çay içmeye geldim.” diye kızar ve oradan uzaklaşır.

Hacı Osman Efendi’nin kızı Şerif Hala köyde güzelliğiyle özellikle gözlerine benzetilen güzel gözleriyle bilinir bu sebeple kendisine “Dunna” sıfatı verilmiştir ve Dunna Yenge olarak tanınmıştır. Kocası gittikten sonra uzun yıllar mektuplaşarak bağlarını koparmamış olmalarına rağmen babası onu Hafız Ağa adında bir zatla evlendirerek iç güveyi olarak evine almıştır. Dunna Yenge’nin önceki ve sonraki kocalarında hiç çocuğu olmamıştır. İstanbul’a giden ilk kocası Hacı Mehmet (Sadık Ünver) Dunna yenge ölünceye kadar ona İstanbul’dan maddi desteklerini sürdürmüştür.

Uzun yıllar köye dönmeyen kocasının hasreti Dunna Yenge’yi oldukça üzmüştür. Hayatı boyunca bir daha memleketine dönmeyecek olan kocasının ayrıldığının daha 7. yılında Dunna (Turna) Yenge bugün hepimizin gönüllerinde yaşayan bu türkünün sözlerini doğaçlama olarak söylemeye başlamıştır. Daha sonraları bu türkünün sözlerini mektuplara yazarak kocasına postalamıştır.

Dunna Yenge’nin ilk kocasının Hacı Mehmet Ağa’nın yeni adı Hacı Sadık Ünver İstanbul’da Fatih’te oturmaktayken evlenmiş: bir oğlu (Fuat Enver) bir kızı olmuştur.

1

Ağam İstanbul’u mesken mi tuttun (aman)

Gördün güzelleri beni unuttun (aman)

Sılaya gelmeye yemin mi ettin (aman)

Gayri dayanacak özüm kalmadı (aman)

Mektuba yazacak sözüm kalmadı (aman)

2

Ağam sen gideli yedi yıl oldu. (aman)

Diktiğin fidanlar meyveye geldi. (aman)

Seninle gidenler sılaya döndü. (aman)

Gayri dayanacak özüm kalmadı. (aman)

3

Ağamın giydiği ketenden gömlek. (aman)

Yok imiş dünyada öksüze gülmek. (aman)

Gurbet illerinde kimsesiz ölmek. (aman)

Gayri dayanacak özüm kalmadı. (aman)

Mektuba yazacak sözüm kalmadı. (aman)

4

Kapının önünden bir garip geçti. (aman)

Bir cevap söz ile bağrımı deşti. (aman)

Gelirim dedi de gurbete düştü. (aman)

Aylar tamam oldu yıllar tükenmez. (aman)

Bakarım yollara yiğidim gelmez. (aman)

5

Verdiğim yazmayı ateşle yaktın.

Kül ettin ömrümü yoluna baktım.

Ya senin tecellin, ya benim bahtım.

Aylar tamam oldu yıllar tükenmez. (aman)

Bakarım yollara yiğidim gelmez. (aman)





Not: Haloğlu Ahmet Ogün derlemiştir. 13.11.1997

Adres: Gesi Günay Mah No: 10 Gesi-Melikgazi-Kayseri

Mehmet İmren düzenlemiştir.



b. TÜRKÜNÜN TALAS RİVAYETİ

Kayseri Yöresi Halk Türküleri isimli eserde bu türkünün hikayesi ve derleme metni, Necip Oyman’ın ağzından nakledilmektedir.

Bu türkünün 130, 140 yıl önce geçmiş, gerçek ve tüyler ürpertici bir hikayesi vardır. Bu hikayeyi günümüzde Kayseri Türkülerini aslına en uygun bir şekilde maharetle çalan ve okuyan udi Necip Oyman (tanınmış namı Şapkacı Necip Usta) dan dinledik. Oyman, kendine ilk müzik zevki aşılayan yaşlı komşusundan naklen bu hikayeyi anlatıyor:

“Bundan 55 yıl önce, 75-80 yaşlarında olan, Talas’ta Cemal Emmi isminde bahçe komşumuz vardı. Amatör bağlama sanatkarı olan Cemal Emmi çok içli saz çalardı. Cemal Emmi, aslen Talas’a bağlı Kuruköprü köyündendir. Akşamüzeri, iş dönüşü, Cemal Emmi bahçesinin sekisini hazırlattırır. Sekiye uzanarak kendi kendine dinlenir. Bazen de bağlamasını eline alır dertli dertli çalardı. Onun bağlama tavrı, makamı, bugün kimsede yoktur.

Cemal Emmi çalarken, yanına kimseyi kabul etmezdi. Ben çok ciddi olarak dinlediğim için, benim bazı günler sazını dinlememe müsaade ederdi. Ben de fırsat buldukça sık sık sazını dinlemeye giderdim. Diyebilirim ki, ilk folklor ve müzik zevkimi onun sazından almışımdır. 8-10 yaşlarında çocuktum. Bir gün yine Cemal Emmi sekisine oturmuş, dertli dertli saz çalarken, yavaşça yanına varıp oturdum. Sazına öyle dalmıştı ki, benim geldiğimi görmedi bile. Bir aralık kaşlarını çatarak “Ağam İstanbul’u mesken mi tuttun” türküsünü çalmaya başladı. Hem çalıyor hem de okuyordu. Bir anda hüngür hüngür ağladığını, gözyaşlarının çenesinden damladığını gördüm. Ben de üzülmüş olacağım ki bu ağlamasının nedenini merak edip safiyane sordum: Cemal Emmi, niye ağlıyorsun? Dedim.Birkaç dakika sustu, sazı bıraktı. Mendili ile gözlerini kuruladıktan sonra derinden bir of çekti ve bana dönerek, manalı manalı baktı. Dinle evlat... dedi.Ben onu nasıl şuurlu olarak ve can kulağı ile dinlemişsem, sesi hala kulaklarımdadır. Tok sesi ile söze başladı:

-Bak Necip yavrum, sen daha böyle şeyleri anlamazsın ama, ben sana köyümüzde geçen gerçek bir sevgi olayını anlatayım da dinle...

Ben o zaman bıyıkları yeni terleyen delikanlıydım. Köyümüz 40-50 hanelik küçük bir yerdi. Arazimiz de pek geniş sayılmazdı. Köyde herkes birbirini tanır, birbirinin ahvalini anlardı. Köyümüzün iki güzel kızı, yine bizim köyden iki delikanlıyla nişanlıydılar.

O zaman bazı köyler gibi, bizim köyler de zengin köylerden değildi.Bu nişanlanan delikanlıların da maddi durumları iyi değildi. Maişetlerini temin etmek ve üç beş kuruş biriktirmek için İstanbul’a gitmeye karar verdiler. Para kazanıp köye dönecekler ve nişanlıları ile evleneceklerdi.Delikanlılardan biri İstanbul’a giderken, nişanlısına vermek üzere, annesine bir yazma bırakıyor ve “Anne ben İstanbul’a gittikten sonra bu yazmayı nişanlıma ver bürünsün.” diyor.

İki delikanlı İstanbul’a gidiyor. Birisi iki yaz çalışıp para biriktiriyor ve köyüne dönüp evleniyor. Nişanlısına yazma bırakan diğeri, İstanbul’un eğlence alemine dalıp köyünü, nişanlısını unutuyor.

Köyüne mektup yazmak veya haber yollamak bile kendisine yük geliyor. Bu arada kendisine yazma bırakılan talihsiz nişanlı kız, köyde annesini kaybederek öksüz kalıyor. Onu hayata bağlayan nişanlısının yolunu bekliyor. Yıllar geçiyor.

Tarlaya, bağa bahçeye gidiyor, ev işleriyle meşgul oluyor. Gözü ve gönlü İstanbul’da. Hiçbir meşguliyet onu teselli etmiyor. Ayrıca köyüne dönerek arkadaşı ile evlenen delikanlının mutluluğu da bu talihsiz kızı imrendiriyor. Aylarca, yıllarca aldatılan kız, köyde herkesin kendine aldatılan kız gözüyle baktığını zannediyor. Sıkıntıdan bunalımlar geçiren kızcağız, derdini kimselere anlatamamanın ateşiyle hasret girdabına düşüyor. Yıllarca bekliyor, içine kapanıyor, derdini açacak kimseyi de bulamıyor.

Aradan beş altı yıl geçince tahammül edilemez bunaltılarla hastalanıyor. Bu arada kendi kendine, kendi haline türkü yakıyor. Fakat bu türkü bir çırpıda yakılmıyor. Yıllar boyu kendi durumunu, hislerini dile getiriyor. Bu sözlerin besteli söylenişini de kendisi içli ezgilerle seslendiriyor.

Nişanlısının köyden ayrılışının altıncı ayında, sitemle:

Ağam İstanbul’u mesken mi tuttun

Gördün güzelleri beni unuttun

Sılaya gelmeye yemin mi ettin

Gayri dayanacak özüm kalmadı

Mektuba yazacak sözüm kalmadı

Diye feryada başlar. Bu türlü içli söyleyişleri aylarca mırıldanıp durur. Böylece sözlerini yaktığı bestesini de kendisi yapar. Ayrılığın yedinci yılında:

Ağam sen gideli yedi yıl oldu

Diktiğin dikmeler meyveye geldi

Seninle gidenler sılaya döndü

Gayri dayanacak özüm kalmadı

Mektuba yazacak sözüm kalmadı

Zaman zaman nişanlısının şeklini, giyimini hatırlayıp beyitler söyler veya onun hareketlerini hayal ettiği gibi sözlerle türküsünü sürdürür. Görmediği, bilmediği İstanbul kızlarını kıskanır, onlardan uzak kalması için nişanlısına hayali öğütler verir:

Ağamın giydiği ketenden gömlek

Yoğ imiş dünyada öksüze gülmek

Bize yakışır mı gurbet beklemek

Tez gel ağam tez gel eğlenmeyesin

Orda güzel çoktur evlenmeyesin

Talihsiz kız, bu deyişleri söyleye söyleye yıllar sonra ince ağrılara (vereme) tutulur. Onuncu ayrılık yılında yatağa düşer. O yıl son kez Cemal Emmi, hasta yoklamaya gidiyor ve kızı dermansız, mecalsiz, yatakta sararmış buluyor. Kesik kesik konuşmasıyla, Cemal Emmiye derdini anlatıyor ve kendi haline yaktığı türkünün deyişlerini baştan sona kadar okuyor. En son olarak yatağı içinde Cemal Emminin duyabileceği bir sesle:

Verdiğin yazmayı ateşte yaktım

Çürüttüm ömrümü yoluna baktım

Saçımı süpürge , kolumu yaktım

Gayri dayanacak özüm kalmadı

Mektuba yazacak sözüm kalmadı

Son deyişleri söylüyor. Takati kalmıyor. Ziyaretçiler daha fazla kalamıyorlar. Bir hafta sonra Cemal Emmi, zavallı kızın dünyadan murat alamadan öldüğünü duyuyor. İşte bu acıklı türküsünü her çalışta Cemal Emmi hüngür hüngür ağlar ve duygulanırmış.”











Türkünün Metni:



1

Ağam İstanbul’u mesken mi tuttun

Gördün güzelleri bizi unuttun

Sılaya gelmeye yemin mi ettin

Gayri dayanacak özüm kalmadı

Mektuba yazacak sözüm kalmadı

2

Ağam sen gideli yedi yıl oldu

Diktiğin dikmeler meyveye geldi

Seninle gidenler sılaya döndü

Gayri dayanacak özüm kalmadı

Mektuba yazacak sözüm kalmadı

3

Ağamın giydiği ketenden gömlek

Yoğ imiş dünyada öksüze gülmek

Bize yakışır mı gurbet beklemek

Gayri dayanacak özüm kalmadı

Mektuba yazacak sözüm kalmadı

4

Ağam sakısını atmış sicime

Feleğin ettiği gitti gücüme

Allah yazmış anaların suçu ne

Gayri dayanacak özüm kalmadı

Mektuba yazacak sözüm kalmadı

5

Ağam İstanbul’da salkım söğüttü

Şahsını unuttum nasıl yiğitti

Seninle gidenler oğlan büyüttü

Gayri dayanacak özüm kalmadı

Mektuba yazacak sözüm kalmadı

6

Verdiğin yazmayı bürünmeyim mi

Çıkıp da damlara görünmeyim mi

Ellere bakıp da yerinmeyim mi

Gayri dayanacak özüm kalmadı

Mektuba yazacak sözüm kalmadı

7

Ağam sen gideli dışa çıkmadım

Mor püsküllü yiğitlere bakmadım

Zülfünü sakladım fese sokmadım

Gayri dayanacak özüm kalmadı

Mektuba yazacak sözüm kalmadı

8

Verdiğin yazmayı ateşe yaktım

Çürüttüm ömrümü yoluna baktım

Saçımı süpürge kolumu yaktım

Tez gel ağam tez gel eylenmeyesin

Orda güzel çoktur evlenmeyesin







Türkünün kısa bir değerlendirmesi:



Biri Gesi’den diğeri de Talas’tan derlenmiş iki hikaye metni var ortada. Ortak bir gurbet motifi taşıyor olmalarına rağmen acaba türkünün hikayesi bunlardan hangisidir?

Bu sorunun cevabı bence güç... Lakin unutulmaması gereken şey şudur: Yakın bir tarihte cereyan ettiği söylenen iki hikaye de acaba çok eski bir türküye sonradan yakıştırılan hikayeler olabilir mi? Bilindiği gibi, halk muhayyilesi unuttuğu bazı olayları kendisine yakın bulduğu çevreleri mekan yaparak yeniden canlandırmaktadır. Bu yüzdendir ki derlemelerde Karacaoğlan’ın bir deyişini söyleyen anlatıcı, Karacaoğlan’ı uzaklarda aramaz. Ona göre Karacaoğlan şu karşıki dağ köylerinden bir delikanlı oluverir.

Anatolia adını “Ana dol, ana dol” diye cephedeki askerlerin efsanevi bir anadan su isteyişine bağlayan muhayyile, her zaman ve her alanda kendini göstermektedir. Efsaneleştirmekteki ve hikayeleştirmekteki bu başarımız, yer adlarında, türkülerin hikayelerinde yenilenerek devam etmektedir.

Bu türkü meşhur Eğin Türküsü’nden izler taşımaktadır. “Tez gel ağam tez gel eğlenmeyesin / Elde güzel çoktur evlenmeyesin” gibi mısralarla hatırlayacağınız Eğin Türküsü, bu türküde adeta yeni söyleyiş biçimiyle farklı bir coğrafyaya, Kayseri’ye taşınmış ve burada saz üstatlarının yetenekli ellerinde yeni bir hayat kazanmış olmalıdır.

Talas’tan derlenen hikaye metnini Kayseri Yöresi Halk Türküleri kitabına bu şekliyle kimin yazdığı belirtilmemiştir. Lakin, bir zamanlar TRT çekimlerinde Murat Kavuncu da türkünün hikayesini bu şekilde anlatmıştır.

Kayseri Yöresi Halk Türküleri isimli kitapta bu türkünün bir de küçük değerlendirmesi yapılmıştır. Bu küçük değerlendirmede türküde sağlam bir yapı bulunduğu, aliterasyonlara yer verildiği, nefis tabiat tasvirlerinin olduğu vs gibi açıklamalar yer almıştır. Türküde yapı sağlamlığından ne kastediliyor, anlamak zor. Çünkü, türkü metninde “Saçımı süpürge kolumu yaktım” gibi anlatımı düzgün olmayan mısralar da var. Ayrıca, türküde aliterasyon (yani iç kafiye) çok az, o da sadece nakaratta gözüküyor. Türküde tabiat tasviri de hiç yok. Yani, öylesine basite indirilmiş, edebiyat konularının hafife alındığı değerlendirmeler yapılmış ki, bunu bir talihsizlik saymaktayız.

Bu türkünün ilk haber vericisi 1896 yılında Kayseri Türküleri üzerine derleme yapan ve eserini Kayseri Zincidere’de bastıran Stavros Stavridis olmuştur. Stavridis’in Kayseri’den derlediği 123 türküden biridir ve Stavridis’in verdiği metinde türkünün nakarat bölümü yoktur ve türkü dörtlük şeklindedir:

Birer birer saydım da yedi yıl oldu

Diktiğin fidanlar meyvaya durdu

Seninle gidenler sılaya döndü

İstanbul yoluna diktim gözümü

Yorumlar