Senem (Öykü - S.Burhanettin AKBAŞ)

Âşık devrini sürer çağında,
Bülbüller ötüşür çimen bağında,
Ben yürürüm ayrılığın dağında,
Senem can! Merhamet kılsan ne olur?
Aşık Garip

Eski bir söylenceden adını alan Senem, babasının kendisine bu ismi neden koyduğunu öğrendiğinde bir genç kız sayılırdı artık. Babası Şahsenem bağlarındaki bülbül seslerine aşıktı, şair ruhluydu. Yüreği Aşık Garip’in yüreği gibi atıyordu sanki. İlk kızı dünyaya geldiğinde onun adını, onun sevincini Senem adıyla yaşatmaya karar vermişti.
Kızını hep Senem diye bağrına basmıştı, Senem’im diye koklamıştı onu. Senem’in saçlarında dağ havasının kokusunu almıştı. Kekiklerin, dağ sümbüllerinin, navruzların, çiğdemlerin kokusuydu bu. Senem, babasına tarifsiz güzellikleri yüreğinin derinliklerinden sunarken her çocuk gibi farkında olmadan yapmıştı bunu. Bu çocukta bir derinlik vardı, babası tarif etmekte zorlanırdı ama yine de kalbinin derinliklerinde sanki bir sırrı saklayan gizemli insanın duruşunun olduğunu düşünürdü.
Senem, birçok kız evladı gibi babasının gölgesinde huzurlu bir mutluluk yaşarken anne diye ağlayan çocukların aksine fidan bir dal gibi uzanan babasının boyuna hasretti hep. Baba ve kızın arasındaki bu aşırı bağlılık Senem’in adında mı gizliydi, yoksa babası Senem’e bu adı verirken kızının da kader çizgisine farkında olmadan bir “yazı” mı yazmıştı?
Sessiz sakin geçen bir çocukluğun içine hüzün ne zaman karışmıştı bilinmez. Bu hüzünle beraber gelen “öteler” el kadar çocuğun yüreğini nasıl kaplamıştı? Senem’in daha çocukken, oyun çağında oynadığı oyunlarda bir başkalık vardı. Erkeklere ve kız çocuklarına ait bütün oyunları oynayan Senem, bir gün uzak diyarlara ait düşler kurarken buldu kendini.
-Ay dede, Ay dede ! Söyle nereye, söyle nereye?
-Ötelere Senem, ötelere!
-Beni de götür Ay Dede, beni de…
-Haydi Senem gel benimle, gel benimle…
Senem, Aydede’nin elini uzatmasıyla bir bulutun üstüne binip güzel atlar ülkesine, yemyeşil vadilere büyülü bir el sayesinde ulaştı. Al atlara, kır atlara, dor atlara bindi. Billur billur ırmaklar gördü, türlü türlü ağaçlar ve yemişler gördü.
-Hoş geldin Senem, hoş geldin!
-Hoş bulduk koca çınar, hoş bulduk.
-Dallarıma salıncak kursana Senem, gökyüzünde yüzsene Senem!
-Dallarını eğsene koca çınar, eğsene dallarını.
-Senem, ne güzel sallanıyorsun, bak neredeyse Turnalarla birlikte uçuyorsun?
-Ben küçüğüm daha koca çınar, turnaları bilmem ki…

Rüyalar gerçeklere, gerçekler rüyalara karıştı gitti. Ağaçlar, kuşlar Senemle konuştular, Ay Dede ve yıldızlar Senem’le görüştüler. Senem, sadece bebekleriyle konuşmadı. Çünkü oyuncaklar cansızdı, konuşamazlardı. Bunu biliyordu Senem.
Senem’in rengi maviydi. Mavi gökyüzünün rengiydi çünkü. Gökte ne var diye soran arkadaşına “gök boncuk” dediğinde aslında göklere çıkıp yeryüzünü kaç defa seyrettiğini de anlatmak isterdi ama anlatamazdı. O, sadece babasına anlatırdı gökyüzünün engin maviliklerindeki serüvenini.
-Gökyüzünde sadece ay yok babacığım. Yıldızlar, yıldızlar var. O kadar çok yıldız var ki babacığım.
-Sen yine gökyüzüne mi baktın Senem?
-Evet babacığım, bir bulutun pamuk gibi yumuşak döşeğine uzandım. Dolaştım göklerde babacığım.
-Peki yıldızları nasıl gördün, gün ışığında yıldızlar gözükmez ki…
-Ama oradaydılar babacığım, oradaydılar işte.
Şefkatli, kocaman eller, baba sevgisinin muhteşemliği ile kucaklardı Senem’in başını. Gizemli bir dünyanın kızı, aslında başka bir dünyada yaşardı, babası bunu bilirdi. Baba yüreği, her çocukta böyle bir dünya var galiba diyerek Senem’in uçsuz bucaksız dünyasına karışmak istemezdi. Aslında o da kızıyla beraber uçup gitmeyi çok isterdi ama ayakları çimenlere dolaşır, bir güç onu tutar da tutardı. Neydi bu güç bilmezdi, anlayamazdı.
Babası bir gün Senem’i gecenin bir yarısında odasında oturur buldu. Pencerenin kenarında sanki ufuk çizgisine bakan Senem, karanlıkta neler görüyor, kiminle konuşuyor diye düşündü. Bir süre Senem’i sessizce izledi. Senem’in nerelerde olduğunu, kiminle konuştuğunu anlayamadı. Sonra Senem’e yaklaştı ve kucağına aldı onu:
-Sen karanlıktan korkmuyor musun Senem?
-Hayır babacığım, karanlıkta da her şeyi görüyorum.
- Hımmm… Peki neler yapıyordun, anlat bakalım?
-Pencereye kocaman kanatları olan bir kuş geldi babacığım.
-Bak sen…
-Evet babacığım, kanatlarını açtı beni bekledi. Binsene Senem, binsene Senem dedi.
-Eeeee…
-Ben de bindim babacığım. Sonra aldı beni götürdü uzaklara, çok uzaklara…
-Peki orada neler gördün?
-Ulu ulu dağları, büyük büyük şehirleri, küçük küçük köyleri gördüm babacığım. Tarlalarda çalışan köylüleri, kırlarda gezen çocukları gördüm.
-Keşke bu kuş, bir gün beni de alıp götürse Senem, seninle birlikte.
-Bilmem ki babacığım, belki seni de götürür.
-Peki Senem, böyle büyük bir kuşun var olduğunu nereden biliyorsun?
-Gördüm babacığım, pencereye geldi.
-Leylek gibi bir şey mi?
-Hayır babacığım Ebabil…
Babanın o anda nefesi sıklaştı. Ne diyeceğini hemen bilemedi. Sonra yavaş yavaş toparladı kendini. Sesi yine de boğuktu babanın.
-Sen Ebabil’i nereden biliyorsun?
-Kendisi söyledi babacığım.
Bir babanın yüreği nasıl dolmuştu anlatılmaz. Kabaran, kabaran ama taşmayan, sahillere çarpıp da rahatlayamayan bir büyük deniz gibiydi artık. Sessiz ve sakin görüntünün içinde ne fırtınalar oldu da kimsenin ruhu duymadı. Sadece donan bakışlar, ağlamak isteyip de ağlayamayan bir yürek, sanki gaipten bir ses duymuş da şoka girmiş bir ruh, oracıkta yığılıvermişti.
Bir sabah Senem’i yoklayan anne sesi ise babanın sesi kadar yakın gelmedi Senem’e.
-Bu tabağı sen mi kırdın Senem?
-Hayır anne, ben kırmadım.
- Yalan söyleme Senem, yalan söyleme.
- Ben yalan söylemem ki…
-Kim kırdı öyleyse?
-Kardeşim kırdı anneciğim.
-Yalancı seni… Küçük bir çocuk tabağı nasıl kırsın?
-Ben gördüm, kırdı işte…
-Yalan söylüyorsun.
Senem yalan söylemeyi bilmezdi ki… Kırılan bir tabak, daha sonra kırılacak başka eşyalar da vardı. Senem, her seferinde “kırmadım anne” diyecekti. Büyüdüğünde ise artık kırdıklarına da kırmadım diyecekti. Senem’e baba ruhu ne kadar yakın gelmişse, anne ruhu da o kadar uzak gelmişti. Senem yalan söylemekle ne zaman suçlansa annesini hatırlayacaktı. Doğrularına “yalan” diyen annesi, daha sonra Senem’in yalanlarına “yalan” diyemeyecekti. Hayaller gerçeklere karıştığı gibi, bu kez de yalanlarla gerçekler birbirine karışıp gidecekti.
Senem, bir derenin kenarına gelmişti. Suları hep gökyüzünden seyretmişti, suya hiç bu kadar yakın olmamıştı. Senem, suyun aksine baktı, kendini gördü. Durdu, gökyüzüne baktı, sonra tekrar dereye baktı, suda gökyüzünü gördü. Her şey o kadar güzeldi ki… Berraklaşan su, kendisini de gökyüzünü de gösteriyordu. Bembeyaz bulutlar suyun içinde Senem’e gülümsüyordu sanki. O sırada bir kurbağa suya daldı. Suyun ahengi bozulmuştu. Ortaya çıkan dalga, sihirli bir dünyayı bozmuştu. Senem, bir anda bağırdı kurbağaya:
-Ne yaptın sen, ne yaptın?
Bir süre suda yüzen kurbağa bir yaprağın üzerine çıktı ve Senem’e:
-Artık hayal kurduğun yeter!
Senem irkildi.
-Ben hayal değilim, gökyüzü hayal değildi, bulutlar hayal değildi.
- Bak burada ne sen varsın, ne de gökyüzü var. Benim küçücük bir dalgamla yok olup gittiniz.
Senem üzüldü yok oluşuna. Derenin kenarında birkaç damla gözyaşını yemlik otunun kenarına bırakmıştı ki Senem, yaşlı bir kaplumbağanın yanında olduğunu gördü.
Kaplumbağa Senem’in haline üzülmüştü:
-Aldırma sen ona, ne dediğini bilmiyor o.
-Sen bir kaplumbağasın.
-Evet benim. Aldırma sen hoppa kurbağanın sözlerine.
-Benim hayal olduğumu, gökyüzünün hayal olduğunu söylüyor.
-Korkma Senem, korkma!
-Korkuyorum.
-Korkma! Gerçekler olmadan hayaller olmaz Senem. Su, ayna gibidir. Aynayı nereye tutarsan orayı gösterir Senem. Su da öyle Senem. Su, neyi görürse onu gösterir.
-Ben bir çocuğum, bir şey anlamıyorum daha.
-Anlayacaksın Senem, şimdi anlayacaksın.
-Nasıl anlayacağım?
-Şu servinin dallarına bak Senem!
-Baktım.
-O ağaç ve dalları var mı Senem?
-Evet, oradalar.
-Şimdi de suya bak Senem, ağacın dalları orada da var mı?
-Evet oradalar.
-İşte Senem, gerçekler ve hayaller böyledir. Gerçekler olmadan hayaller olmaz.
-Olsun, ben yine de küçüğüm. Büyüyünce anlayacağım bazı şeyleri.
-Peki Senem yolun açık olsun. Beni unutma emi!
-Unutmam yaşlı kaplumbağa, unutmam seni.
Bir gün babası, annesine sormuştu.
-Arkadaşı yok mu bu çocuğun?
-Yok gibi.
-Kardeşiyle ilgileniyor ama?
-Evet, kardeşini sever. Onunla oynar.
Senem, kardeşine alışmıştı ve onun bir başka dünyadan çıkıp kendisine can yoldaşı olacağını tam olarak bilmiyordu. Onun hayatına ortak olması burukluk yaratmadı. Nasıl olsa Senem’in yerini kimse tutamazdı ki… Kendinden emindi bu konuda.
Bir gün annesi ile Senem evlerinin önündeydiler. Annesinin kucağında küçük kardeşi de vardı. Nereden çıkageldiyse bilinmez bir ozan peyda olmuştu oracıkta. Ozan annesine seslendi:
-Hanım, bu oynayan kız senin kızındır?
Annesi başını salladı:
-Evet, benim kızımdır.
Ozan, Senem’e döndü.
-Senin adın nedir küçük kız?
Senem, oynadığı yerden başını kaldırdı ve ozanın heybetli yüzüne baktı. Ozanın elinde uzun bir bağlama vardı ve saçı sakalı birbirine karışmıştı.
-Benim adım Senem…
Ozan irkildi.
-Ooo Senemcan, sensin demek ki…
Annesi şaşkındı. Bu deli ozan ne diyordu acaba?
-Senemcan, okula gidecek misin?
Senem, başını salladı.
-Ben okula gidiyorum zaten.
Annesi, Senem’in yalanına hemen müdahale etmişti.
-Hayır Senem, sen okula gitmiyorsun.
-Hayır gidiyorum dedi Senem. Ozan, bu küçücük yüze bir kez daha baktı. Kocaman elleriyle çenesini ve simsiyah gözlerini inceledi.
-Evet, Senemcan doğru söylüyor annesi. Senemcan, okula gidiyor. Bütün kutsal kitapların üzerine yemin ederim ki Senemcan okula gidiyor.
Ozan sakalını sıvazladı ve oracığa bağdaş kurup oturdu. Senem, neler olduğuna aldırmadan oynuyordu toprakta. Ozan:
-Senem, benden bir şey dile... Emin ol ki sen gözünü kırpmadan getiririm onu sana.
Senem, başını kaldırmadan cevap verdi:
-Ben daha küçüğüm, dilek dileyemem ki…
Ozanın göz pınarlarından iki damla yaş kuru toprakla kucaklaştı. Sazını çıkardı ve orada çaldı ve söyledi:
Senemcan Senemcan seni gördüm de şâd oldum
Evvelinden tanırdım, bugün artık yâd oldum
Zamanın ırağından gelip şimdi kâd oldum
Senem, bu ihtiyar adamın sesini uzaklardan tanıdı ama bir anlam veremedi. Yüzü de yabancı değildi sanki. Ama Senem, onu hatırlayamadı. Oturduğu yerden oynamaya devam etti.
Annesi bu deli ozanın anlamsız sözlerine kızdı. Bir küçük çocuğa bu deli ozan ne garip laflar edip gitmişti. Bu muammalı ozanı eşine haber vermedi. Çünkü, onun böyle saçmalıkları ciddiye alacağını bilirdi. Onun da bu ozanınki gibi olmasa da uçarı bir tarafı vardı. Öyle olur olmadık her söz babaya söylenmezdi.
Senem, artık okul yollarındadır. Yıllar süren okul yolu maceraları çok çetin ve sıkıntılı geçmiştir. Yine de gizliden gizliye işleyen itici bir güç en zor zamanlarında onu yalnız bırakmamıştır. Bu gücü gizli kılan şey ise içsel oluşudur. Senem, zamanla okuldan soğumuştur ama bir arayış içerisinde olması gerektiğini düşündüren dürtü, onda hep uzaklara ve ötelere doğru gitme arzusu uyandırmıştır. Geçmiş zamanlardan kalma gizli bir kahramanı araması gerektiği düşüncesi ise daha ortaokul yıllarında belirmeye başlamıştır. Hemen şu sokağın başında belirecek gibi görünen kahramanı belki bir ozan kılığında görünecektir, belki bir şairdir; ama bir resmi yok ki kim olduğunu arayıp bulsun. Buna ancak gönlü karar verecektir, aklı değil.
Aslında Senem’in okul yıllarında ruhunda esmeye başlayan fırtınalardan biri de bu gönül ve akıl çatışmaları olacaktır. Eski zamanların bilgeleri aklı küçümsemezken kesin tavırlarını gönülden yana koyarlarmış ama Senem, öyle zamanda yaşamaktadır ki artık akıl bütün hakimiyetini hayatın her alanına koymuştur ve modernlik aklın hakimiyeti altında yürümektedir.
Sende bir derinlik var Senem, sebebi nedir?
Hayır, bende bir derinlik yok.
Hayır Senem hayır, sen farkında değilsin o zaman?
Evet, ben daha kendimi keşfetmedim, keşfedemedim. O yüzden bende bir derinlik yoktur.
Peki Senem, sen ne zaman kendini keşfedeceksin?
Bilmiyorum, ama ben şu gemiye binip dünyanın dört bir tarafına gitmek istiyorum.
Hangi gemiye Senem?
Şu havuzda yüzdürdüğüm gemiyi görmüyor musun?
Senem’e babasının aldığı bir mızıka ile Senem’in hayatına müzik girmişti ve belli belirsiz melodilerle uzun konserlere başlamıştı. Bazen çekilmez bir hal alsa da, küçük kardeşinin ilgisini çekiyor olmalıydı ki bir süre sonra kardeşi mızıka çalmaya heves etmiş ve aralarında kıyasıya bir rekabet başlamıştı. Senem, kardeşinin mızıkaya dudaklarını değdirmesine tahammül edemiyordu. En sonunda mızıkayı saklamaya karar verdi. Artık daha az mızıka çalsa da yine de en sevdiği şey, mızıka çaldıktan sonra arkadaşlarına kendisini alkışlatmasıydı. İşte o zaman konser veren her sanatçı gibi mağrur bakışlar sergiliyor ve hayatının en mutlu anlarını yaşıyordu. Daha sonra hayatına başka müzik aletleri girdiyse de bu mızıkalı konserler unutulacak gibi değildi.
Senem, gizlice konser verdiği bir gün kendisine eşlik eden bir cırcır böceğini keşfetti. Ne zaman elleri mızıkaya uzansa bir cırcır böceği de cır cır ötemeye başlıyordu.
Senem, daha sonraki yıllarda mandolin de çaldı, keman da çaldı ama asla cırcır böceğinin sesini duyamadı.
-Cırcır böceğine ne oldu Senem?
-Bilmiyorum.
-Öldü mü yoksa?
-Bana öldü demeyin. Ben ölümden çok korkarım.
Senem, bir gün toprağı yuvarladı ve tümsek yaptı. Sonra üzerine hafif hafif su dökerek bir çömlekçinin maharetiyle sanki bir Tümülüs gibi ovdu toprağı. Tepesine bir delik deldi, sonra dört farklı yönden delikler delerek içerideki kuru toprağı ağaçtan çöplerle yavaş yavaş dışarı çekmeye başladı. Toprağı dışarı çıkarınca bu kez, eski Türk çadırları gibi bir manzara ortaya çıkmıştı.
-Senem, bu yaptığın nedir?
-Kendime ev yaptım.
-Ama bu ev çok küçük, sonra dört tane kapı yapmışsın. Bir de tepesinde bir delik…
-Olsun, ben içine giriyorum. Sırt üstü yatıyorum. Oradan gökyüzüne bakıyorum. Gökyüzünde sarı bir ışık bana doğru geliyor. Onu tanıyorum.
-Sarı ışık mı dedin? Tanıdık mı dedin? Kimdir Senem, gelen kimdir?
-Adı Hüseyin.
-Hüseyin mi?
-Aman Senem, yaman Senem, neler söylüyorsun?
-Hüseyin benim arkadaşım.
-Biz de görebilir miyiz onu?
-Hayır, o sadece bana görünür. O bir Uzaylı.
-Uzaylı mı?
-Evet, uzaylı.
- Sen Hüseyin’le ne zamandır görüşüyorsun Senem?
- Ben ilkokula başladığım gün geldi. Bana böyle ev yapmamı o söyledi. Ben de yaptım. İşte o günden sonra Hüseyin hep geldi.
-Peki ,Hüseyin senden ne istiyor?
-Hüseyin, kendisiyle sürekli konuşmamı istiyor.
-Peki konuşuyor musun?
-Evet, konuşuyorum. Şu an yanıbaşımda. Ona dertlerimi anlatıyorum, onunla sırlarımı paylaşıyorum. O, benim gerçek dostum. O, anlattıklarımı kimseye anlatmaz. O bana her zaman yol gösterir. Bazen onun söylediklerini tutarım, bazen de tutmam. Ama çok keyifli biridir. Beni tarihin bütün zamanlarına, uzayın bütün mekanlarına götürür. Ona söylerim, savaşları durdurur. Ona söylerim, anasız babasız çocuklara yardım eder. Ona ben her şeyi söylerim.
Senem, bir gün öğretmen olmuştu. Nereden bulduysa buldu, karton mukavvaları küçük küçük kesti ve üzerine mahalleden arkadaşlarını oturttu. Artık sınıfı tamamdı. Kendisi de öğretmen oldu ve bir kireci eline alıp evin tahta kapısına bir şeyler yazmaya başladı. Bu dersler saatler sürüyordu ve çocuklar sıkılsalar da onları bırakmıyordu. Nihayet öğrencilere teneffüs vermişti; ama çocuklar sınıfa dönmemişti.
-Senem, öğretmen olmuşsun?
-Benim adım Senem değil, benim adım Feride…
-Feride mi?
-Evet, ben bir çalıkuşuyum.
-Büyüyünce öğretmen mi olacaksın?
-Ben zaten öğretmenim.
-Afedersin, unutmuşum.

Yorumlar