Taş döüğüşü diye bir oyun (Kayseri spor tarihinden bir yaprak (Canan Bayram yazdı)


Canan Bayram
Gazeteci-Yazar
Bu taş döküşü de nereden çıktı, diyeceksiniz. Yoksa, eskiden mahallelerin birbirleriyle yaptığı taşlı sopalı kavgaları da spor tarihine katıyorlar diye düşüneceksiniz. Benim de ilk kez duyduğumda şaşkına döndüğüm bu oyun bir spor olarak algılanmak zorunda. Kayseri’nin tanınmış aile çocuklarının dahi önemle rağbet ettiği bu oyun belirli kurallar çerçevesinde oynanıyor. Yani bu bir kavga türü değildir. Belirli bir sataşmayla mahallelilerin veya iki mahalle halkının kavgası hiç değil. Ama sonuçları itibariyle oldukça ağır bedeller ödeten bir oyun. Bu oyun esnasında kimileri gözünü kaybetmiş, kimileri de kulağını. Bugün belki “böyle spor mu olur, bu bir vahşet” dedirtecek cinsten bir oyundur bu. Rivayete göre bu oyun 1950’li yıllarda devrin başbakanı Adnan Menderes’in emriyle zamanın belediye başkanı Osman Kavuncu tarafından yasaklanmış. 1950’lili yılların Kayserisini hatırlayan herkesin doğrulayacağı bu oyunu o yılları hatırlayan birinden, Kayseri spor tarihinin değerli bir siması, Kayserispor’un kurucularından olan, kişiliği ile gerçek bir Osmanlı beyefendisi Aydemir Doğan ağabeyimizden dinledik.
Aydemir Doğan, taş oyununun oynandığı mekanları anlatmakla başlıyor işe. Battal gazi Mahallesi Karakuyu mevkiinde ve Hunat mahallesinde, şimdiki Seyyid Burhanettin Türbesi’nin yanında Gültepe parkının ve Stadyumun bulunduğu alanlarda oynanırmış.
İki takım oluşturulurmuş ki her biri 50 ila 100 kişilik. Her iki takımın arasındaki mesafe 100 metre olurmuş ve her iki takım ortak bir tepe tesbit ederlermiş. Amaç o tepeyi fethetmek. Ellerinde sapanlarla birbirlerini yıldırana kadar oynanırmış oyun. Beş saat ortalama bir süre, kimi oyunların on saate kadar çıktığı olurmuş. Mesela, sabah saat onda başlayan bir oyun ikindi vaktine kadar sürermiş. Bu arada onu da söyleyeyim, yedek oyuncu almak da söz konusu. Mesela takımın biri iyice sıkıştı, karşı taraf ağır basıyor, hemen kahvehaneye bir haber uçururlarmış ve kahvehanede oturanlardan yedek kuvvet gelirmiş. Oyunda küçükler görev alamıyorlar, tam bir orta yaş oyunu. Lakin, bazı yaşlılar yüzlerini kapayıp oyuna dahil oluyorlar. Çünkü, yaşlılar çevreden insanların kendilerini kınayacaklarından endişeye kapılıyorlarmış.
Her oyunun olduğu gibi bu oyunun da meşhurları varmış. Mesela, Faraşın Hilmi Ağanın oğlu, Mektepli Memed, At Pazarlı Cemal adları ilk hatırlananlar arasındadır. Ünlülerin oyuna sonradan katılmaları da adettenmiş. Ekabirler sonradan katılır misali, kahvehanede zaman öldürür iken oyun alanına ağır ve kendinden emin adımlarla yaklaşırlarmış. Bunların oyuna katılmasıyla seyircilerde heyecan artar, birbirlerine oyunun heyecanlanacağını göstermek amacıyla “Çiftenin Seyit de geldi, oyuna katıldı” ya da “Faraşın Hilmi Ağanın oğlu” geldi diye seslenirlermiş. Bunlar da takımlarının vurucu gücü ve moral değerleri oldukları için ona göre davranırlarmış. Mesela, bunlardan bazıları taş oyununu üst tarafları çıplak olarak oynarlarmış ki hem ne kadar cesur olduklarını gösterebilsinler, hem de arkadaşlarına moral verebilsinler.
Lakin oyunun bedeli ağır olmaktadır: Kimileri gözünü ya da kulağını kaybetmekte, kimilerinin yüzlerinde ve başlarında taş yarasının izleri kalmaktadır. Şaşılacak şeydir, bütün bunlara rağmen işin içine kin ve düşmanlık girmemektedir. Böyle ağır bir oyunun sonunda kafası gözü yarılan insanlar, her şeyi sahada bırakırlar, siz biz kavgasına girmezlermiş. Oyundan sonra Kayseri’de zamanın meşhur fırınlarında mağlup olan takım mensupları, tandır böreği, tahinli ve baklava yaptırır hep birlikte yerlermiş. Tabii ki birbirlerine takılmadan da edemezlermiş. Galip takımdan birileri, mağlup takıma:
-Böreğinizi de yedik lan! diye şakalaşırlarmış.
O zamanlar bir anneye çocuğun nerede diye sorulsa şu cevabı verirmiş:
-Olmaz olsun, teneşire yatsın, nerde olacak yine daş döğüşü oynamaya gitti, dermiş.
Hatta Kayseri halkı bu oyunu o kadar benimsemiştir ki askere giden gençlerinin ardından şöyle söz ederlermiş:
-Bizim bebelerimiz askerden sağ döner, zira hepsi de taş döğüşü bebeleridir, derlermiş.
Yani taş döğüşünün gençleri idmanlı tuttuğunu ve cesur insanların oyunu olduğunu vurgularlarmış.
Gel zaman git zaman Kayseri’de bu oyunun oynamaya devam ettiği yıllarda Kayseri’de spor olarak yapılan bu vahşetten Ankara’nın haberi olur. Hem de ne ilginç bir yolla, tahmin edemezsiniz. Günün birinde Kayseri’ye Amerikalılar gelir, ellerinde kameraları vardır. O yıllarda Kayseri’de kameranın ne olduğunu bilen var mı ki? Neyse efendim, bu adamlar taş oyununu filme alırlar. Bu dehşetli sahneler böylece belgelenmiş olur. İçlerinden devlet erkanından birileri varmış ve Ankara’da bu filmi zamanın başbakanı Adnan Menderes’e seyrettirir. Rahmetli Menderes, o dönemin Kayseri Belediye Başkanı olan Osman Kavuncu’yu Ankara’ya çağırır. Rahmetli Kavuncu Ankara’da başbakanın huzuruna çıkınca aralarında şöyle bir geçtiği rivayet olunur:
Menderes:
-Lan Osman oğlum nedir bu? Sizin oralarda daş döğüşü diye bir oyun varmış. Sizinkiler boynuz kulak birbirlerini kırıyorlarmış.
Kavuncu:
-Benim haberim yok efendim.
Menderes:
-Nasıl haberin olmaz sen bile oynuyormuşsun.
Menderes, Amerikalıların getirdiği kaseti Osman Kavuncu’ya izletir ve Kavuncu’ya dönerek :
-Osman, derhal bu vahşete bir son verin. İstersen takviye kuvvet göndereyim ama bir daha bu oyunun oynandığını duymak istemiyorum.
Kayseri’de taş döğüşü yasaklanır. Halkın yüzlerce yıldır oynadığı bir oyunu bir çırpıda silip atmak kolay olmaz. Daha tenha mekanlarda gizlice bu oyunu oynamak isterler ama polisler sürekli olarak devriye gezip oyun oynanan yerlere baskınlar yaparlarmış. Polislere duyulan bu antipatiyi, polislerin o zaman siyah elbise giymesi ile de birleştiren halk, onlara “karabaş” diye de bir ad takmışlar.
Aydemir Doğan, bu yıllarda yaşadığı ilginç bir olayı şöyle naklediyor: “Şimdiki stadyumun karşısında Necmeddin Feyzioğlu konağı vardı. (Şu anda aynı bina koruma altına alınmış tarihi bir yapıdır.) Bu konağın üst katında o dönemin ceza reisi Dr.Adnan Ada’nın babası otururdu, şimdi ismini hatırlayamadım. Ceza reisi hastalık derecesinde taş dövüşünü seven bir adamdı. Balkona oturur “vurun, kırın, hadi aslanım” diye tezahürat yapardı. Oyun oynayanlar polis baskınına uğradıklarında sapanlarını ağır ceza reisinin balkonuna atarlar ve böylece polisten saklamış olurlardı. Reis de oyunu çok sevdiği için bu işe müsaade ederdi. Sapanlarını reisin balkonuna atamayanları polis yakalar ve karakola götürürlerdi. Ancak, orada da insanları fazlaca tutmak mümkün olmaz, sapanlarını alıp salıverirlerdi.”
Kayseri’de bu oyunun yasaklama kararından sonra yaklaşık bir bir buçuk yıl daha kaçak olarak oynandığı, daha sonra ise tamamen bırakıldığı anlaşılıyor.
Burada benim çıkardığım iki sonuç var: Böyle bir benim düşünceme göre de tam bir vahşettir. Hiçbir sportif oyunun insanlara zarar verici boyutu olamamalıdır. Lakin, ikinci sonuç daha önemli bence, o da şudur: Günümüzde özellikle futbol maçlarından önce ya da sonra fanatiklerin hastalıklarının nüksederek birbirlerine düşmanca saldırdıklarını görmekteyiz. O zamanlar Kayseri’de spor alanında oyunun şartları gereği birbirlerinin kafasını gözünü yaran insanların birbirlerine düşmanlık beslemek şöyle dursun, oyundan sonra baklava börek yemeye gitmeleri bambaşka bir centilmenlik ve asalet örneğidir.

Yorumlar