GÜNDEMİ BELİRLEMEK MESELESİ

Gündem, günlük hayatın hengamesinde dilimize doladığımız, bizi meşgul eden güncel olaylardır. Gündem, bazen tek bir konu iken, bazen birden çoktur. Mesela “ekonomik kriz” bir gündemse güncel olan odur ve vatandaşlar gün boyu aynı konuyu pişirir dururlar.
-Arabayı yenileyecektim ama kriz var biraz beklesin.
-Adama borcum vardı ama ödemedim, kriz var, biraz beklesin.
Çoğu trajikomik çıkarımlarla kriz, mega-krize dönüştürülür.
Gündem zaten bunun içindir.
Güncel olanı bir ucundan yakalayacaksın ve kendince de bir yorumun olacak ki gündemin içinde yer alasın. Kimse de demez ki “yahu 300 TL borcunu krizden dolayı neden ödemiyorsun? Paran var, öde de üç kuruşluk borç için güvenini kaybetme bari…” Yok, ödemez, çünkü o da gündemin köşesinde kıyısında bir yerde durmalıdır.
Ülkemizde gündem “haberler” sayesinde vatandaşa duyurularak belirlenir. Yine herkes kendi penceresinden günü birlik bakar olaylara…
Siz hiç sağlık konusunda doktorlarımızın geliştirdikleri bir tedavi yöntemini konu alan haber duydunuz mu?
Ya bilimsel çalışmalar?... (Yok ki duyacaksınız demeyin.)
Ya haberlerin ele alınış biçimi? Hangi birinin ayağı yere basıyor ki… Koşturarak, bağıra çağıra oluşturulmuş bir gündem…
Sanki insanların ne konuşacaklarına, vakitlerini nasıl öldüreceklerine birileri karar veriyor.
Birileri çıkıyor ve “sen bunu konuşmalısın” diyor ve bizler konuşuyoruz. Bunda resmi kurumların da kabahati var. TV ekranlarına taşınmaması gerekenler aylarca ekranlarda yer alıyor. Birileri bize diyor, ille de bunu konuş, ille de bunu konuş.
Hele bu mahkeme işlerinin gündem olması benim canımı oldukça çok sıkar.
1960 ihtilâli için babamın anlattıklarını hatırlarım. Aylarca hapis yatıp mahkeme edilmeyi beklemek nedir, ondan duydum, çok iyi bilirim. Çevredeki insanların baskısı, bakışları, acıntıları, üzüntüleri derken, Allah kimsenin başına vermesin. Daha mahkeme bitmeden sinemalarda “Düşükler Yassıada’da” diye halka izlettirilen filmler ve yargılamadan yapılan infazlar… Şükürler olsun, babam yargılama sonucu beraat etmiş ama yargılanana kadar geçen sürede neler oldu, bunu anlatmak çok zor. Bunu ancak yaşayan bilir.
Yargılamanın sonucunda 1960 ihtilali üç yiğidin canına mal oldu ve bugün “demokrasi şehidi” olarak anılıyorlar. Kaç tane yaralı aile kaldı. O ailelerde neler oldu, neler bitti? Girmeyeceğim o konuya.
O yüzden davaların kamuoyunun gündemine böyle girmesi beni hep ürpertir. Ben davaların, delillerin, tanıkların, sanıkların, kamuoyunun önünde şov yaparak sunulmasına karşıyım. Ne Susurluk, ne Ergenekon bizim işimiz değil. Kamuoyu, bu dava hakkında doğru dürüst bir şey bilmezken ben korkuyorum şimdi. İnsanların kılıçları şimdi yine iki taraflı kesiyor. Bir şeyler bilmeden, dava hakkında bilgi ve belgeye sahip değilken (ki sahip olsak ne olacak, biz hukukçu muyuz?) ne kadar rahat konuşuyoruz. Birileri ha bire kamuoyu oluşturuyor sanki… Bence bu tür davalar böyle olmamalıydı. Her gün TV’nin beyaz dizileri gibi “Hukuk dizisi” haline dönüşen bir dava, ne derece doğrudur? Davanın sağlıklı yürümesi açısından kamuoyunun önünden çekilmesi gerekmez miydi?
Bizim önümüze koydukları gündem sofrası neyse biz o sofradan yiyoruz demiştik.
Toplumların artık hoşgörüyle bakılan ama tescilli hastalığı “futbol” ile siyasetçinin insafsızca gündemimize sunduğu laf kalabalıkları arasında doldurmayı planladığımız bir ömür… Biz hep böyle mi yaşayacağız? Biz hep bu çizgide mi duracağız?
“Halkın ne konuşacağına ben karar veririm” diyen egoizmin önünde duracak bir erk yok maalesef ve edebiyat, sanat, kültür, bilim, yarınlar, sanayi, ekonomi, ticaret, ülkenin önündeki 25 yıl, 50 yıl, 100 yıl ne olacak gibi esaslı konuları kimseler konuşmuyor.
Toplumsal çizgide “taraf” olma hastalığı bulaşıcı bir hastalık haline dönüşürken bizi birleştiren, bütünleyen ve millet olmamızı sağlayan değerler üzerinde durulmuyor ya da “toplumsal ayrışma” günden güne “körüklenmiş ayrılıklara” yol açıyor.
Bu toplumun bilgelerine, ak sakallarına bir şeyler olmuş, insanların gözlerine perde inmiş olmalı ki, birileri de çıkıp “biz aynı milletiz, aynı dine mensubuz, aynı dili konuşuyoruz, aynı kültürün parçalarıyız, kıblemiz bir, mezar taşlarımız aynı yöne bakıyor, aynı milletin çocuklarıyız, siz olmadan biz olmaz, biz olmadan da siz olmaz” demiyor.
Hep gündem dediğimiz “gizli bela”nın peşinde koşarken ölçüyü kaçırdığımızı anlayamıyoruz. Hele bir yukarılara doğru bir çıksak, ülkeleri, insanları, tabiatı daha yüksekten görmeye çalışsak, acaba bir şey değişir miydi? Gün 24 saat, ay 30 gün, yıl 360 gün diyerek nereye varabiliriz? Zamanın ötesine, yarınlara bakmazsak ilerleyemeyiz.
Birileri geçmişte toplumları böyle oyalamıştı, bugün de sıra bizde diyemeyiz.
Toplumların yapısı ağır gibi gözükebilir ama bireyler hep değişimden yanadır.
Ben büyüklerimden daha farklı olmak istiyordum ama görüyorum ki onların ta kendisi olmuşum diyenler, “değişim türküsü” söyleyip değişmeyenlerdir.
Bu topluma yapılacak en büyük iyilik gerçek gündemi toplumun önüne sunmaktır.
Gündem tepeden aşağı doğru inmemelidir, “gerçek gündem” aşağıdan yukarı doğru çıkan gündemdir.

Yorumlar